25 Nisan 2020 Cumartesi

Vondelpark

Amsterdam'daki müze bölgesine çok yakın mesafede 1867'de açılmış, kocaman ve yemyeşil bir park olan Vondelpark yer alıyor. Sabah Van Gogh Müzesini gezip öğle yemeğimizi müzenin kafesinde yedikten sonra, bu güzel güneşli güne Vondelpark'ta bir mola verdik ve öğleden sonra Rijksmuseum'u gezmek için enerji topladık.

19 Nisan 2020 Pazar

Amsterdam 2.gün: Van Gogh Müzesi

Amsterdam'daki ikinci günümüz ve ilk durağımız Van Gogh Müzesi. Bu müzeye gitmek istiyorsanız bir iki hafta önceden internetten bilet almanızı öneririm. Kalabalık olmaması için ziyaretçi sayısını belirli bir sayı ile kısıtlı tutuyorlar. Geç kalırsanız istediğiniz güne bilet bulamayabilirsiniz. "I Amsterdam card" diye bir kart çıkartırsanız, bir çok müzeyi ücretsiz olarak gezebilir ve tramvay gibi ulaşım araçlarını sınırsız olarak kullanabilirsiniz. Ama sorun şu ki bu kart günlük çıkartılıyor ve daha pahalıya geliyor. Bir gün içinde yorulmadan 3-4 müze gezerim diyorsanız mantıklı. Ama çocukla o kadar müzeyi tek güne sığdırmak mümkün değil. Çocuk olmasa dahi çok yorucu. Biz bir güne ancak iki müzeyi sığdırabildik, o bile yorucuydu. Bir günlük kart 65 euro, iki günlük kart 85 euro. İki müzeye giriş ücreti ise 36 euro. Dediğim gibi kartsız daha ucuz. Biz o yüzden kart kullanmadık.
Konumuza dönecek olursak, Vincent Van Gogh, tablo alım satımı ile uğraşan amcasının yardımıyla satış elemanı olarak iş hayatına atılan bir sanatçı. Üslubunu ancak hayatının geç dönemlerinde geliştirme fırsatı bulmuş. Van Gogh Müzesinde sanatçının 400'den fazla eseri var. Ünlü ressamın eserlerine adanan müze, 1973 yılında hizmete açılmış. İlk bölüm otoportrelerine ayrılmış. Bu bölümde Van Gogh'un yaptığı farklı yaşlarına ait otoportreleri var. Sanatçının Arles'teki Yatak Odası ve Vazodaki Günebakanlar gibi ünlü eserlerini de bu müzede görmek mümkün. Son derece canlı renklerle keskin bir kontrast yaratan bu iki resim sanatçının Provans'ta yaşadığı 1888 yılında yapılmış. Aslında Vazodaki Günebakanlar eserini farklı biçimlerde birçok defa resmetmiş Van Gogh. Bir tanesini daha önce Münih'te görmüştük zaten. İngiltere'de de National Gallery'de geç kaldığımızdan o bölümü görmemiştik. Bir diğer "sunglowers" ise Philadelphia'daymış. Bakalım onu görmek kısmet olacak mı. Yine müzede bulunan Patates Yiyenler eseri, o dönemde Van Gogh'un da aralarında bulunduğu yoksulların yaşamına dair gerçekçi bir bakış sunuyor. Bu müzede olup tanıyabileceğiniz başka eserleri de Sarı Ev ve Badem Çiçekleri.
Van Gogh hayattayken hiçbir eserini satamamış. Günümüzdeki ününü aslında yengesine borçlu. Abisi Theo Van Gogh'un eşi Johanna, erken yaşta elinde Van Gogh'un resimleri ve 1 yaşındaki çocuğu ile dul kalmış. Hayatını bu eserleri tanıtmakla geçiren Johanna, 1905'te Hollanda'da açtığı sergiyle amacına ulaşmış. Ayrıca, Vincent ve abisi arasındaki mektupları da baskıya hazırlamış. Bu mektupların bir kısmını da müzede görmek mümkün.
Vincent Van Gogh ile ilgili biraz Gombrich'ten alıntı yapmak istiyorum: "1853'te Hollanda'da doğan Van Gogh, bir papazın oğluydu. Ressam olmaya karar vermişti. Bir sanat galerisinde çalışan kardeşi Theo onu Empresyonistlerle tanıştırdı. Theo olağanüstü bir insandı. Yoksul olmasına karşın, Vincent için elinden geleni esirgemedi ve güney Fransa'daki Arles'e yaptığı yolculuğun parasını bile ödedi. Vincent, birkaç yıl rahatsız edilmeden çalışırsa, belki bir gün, tablolarını satıp kardeşinin cömertliğinin karşılığını verebileceğini umut ediyordu. Kardeşi Theo'ya yazdığı ve kesintisiz bir günlük gibi okunan mektuplarda, tüm düşünce ve umutlarını ortaya koyuyordu. Neredeyse kendi kendini yetiştirmiş bu alçakgönüllü sanatçının, kendisini bekleyen ünden habersiz yazdığı bu mektuplar, dünya edebiyatının en dokunaklı ve ilginç örnekleri arasında yer alırlar. Bu mektuplarda, sanatçı Vincent'ın görev duygusunu, mücadelelerini ve zaferlerini, umutsuz yalnızlığını ve arkadaş özlemini hissediyor, ateşli bir enerjiyle çalıştığı aşırı yorucu ortamın farkına varıyoruz. Daha bir yıl dolmadan, 1888'in Aralık ayında, Van Gogh bir ruhsal çöküntü, ardından delilik nöbeti geçirdi. 1889'un Mayısında bir akıl hastanesine yatırıldı, ama arada bir kendine gelip resim yaptığı zamanlar oluyordu. Bu ızdırap 14 ay sürdü. 1890 yılının Temmuz ayında, Van Gogh yaşamına son verdi. Öldüğünde tıpkı Raffaello gibi 37 yaşındaydı. Bir ressam olarak 10 yıldan fazla çalışmamıştı ve ününü borçlu olduğu resimlerini, kriz ve umutsuzlukla dolu son 3 yılında yapmıştı. Birkaç yapıtı renkli baskı ile çoğaltılmışlar ve birçok basit odada bile kendilerine yer bulmuşlardır. Van Gogh'un istediği de buydu zaten. Tablolarının, hayran kaldığı renkli Japon baskıları gibi, doğrudan ve güçlü bir etkiye sahip olmasını istiyordu.
Van Gogh, gerçeğin doğru bir şekilde betimlenmesi ile fazla ilgilenmemiştir. O, renkleri ve biçimleri kullanarak, resmini yaptığı şeyler hakkında hissettiklerini ve başkalarının hissetmesini istediklerini iletiyordu. Doğanın bir fotoğraf gibi aynen resmedilişini pek umursamıyordu. Eğer gerekirse, nesnelerin görünüşünü abartmaktan ve hatta değiştirmekten çekinmiyordu. Kendini beğenmiş eleştirmenleri şaşkına çevirmek gibi bir niyeti yoktu. Birinin onun tablolarına ilgi göstereceği konusunda neredeyse tüm umutlarını yitirmişti. Çalışmaya devam etmesinin nedeni, buna kendini zorunlu hissetmesiydi.
Van Gogh, yoğun bir dostluk özlemi içindeydi ve bir dostluk derneği oluşturmanın hayalini kuruyordu. Bu amaçla, kendinden beş yaş daha büyük olan Gauguin'i, Arles'ta birlikte çalışmaya ikna etti. Gaugin, kişilik olarak Van Gogh'tan çok farklıydı. Onda, ne Van Gogh'un alçakgönüllülüğü ne de onun misyon duygusu vardı. Tersine, gururlu ve tutkuluydu. Fakat aralarında kimi ortak noktalar da yok değildi. Van Gogh gibi Gaugin de, oldukça ileri bir yaşta resme başlamıştı ve yine onun gibi kendi kendini yetiştirmişti. Ne var ki ikisinin bu arkadaşlığı bir felaketle sonuçlandı. Van Gogh, bir delilik nöbeti sırasında Gauguin'e saldırınca, Gauguin Paris'e kaçtı." Sanatın Öyküsünden ekleyeceklerim bu kadar.
Sonuç olarak Van Gogh seviyorsanız tatmin edici bir müze. Arda'nın da bu müzeden çok keyif aldığını son bir not olarak da ekleyeyim. Hediyelik eşya bölümünde kendine uygun bir şey bulamayınca Van Gogh'un bir tablosunu istedi, alamayacağımıza göre, elinde tutabileceği bir bardak altlığına razı oldu :)

12 Nisan 2020 Pazar

Amsterdam: 1.gün

Amsterdam'da otele yerleştikten sonraki ilk durağımız tabii ki red light district. Cumartesi öğleden sonra normal bir kalabalık var. Amsterdam sakinlerinin seks ve uyuşturucu konusundaki bakışı anlayışlı ve sonuç almaya yönelik. Amaçları meselenin suç niteliği kazanmadan kontrol altına alınması. Bu bölgeler devlet kurumları tarafından düzenli olarak denetleniyormuş. Kapalı pencerelerin arkasındaki seksi kıyafetli kadınlar haricinde kentteki en güzel kanallar, en eski ve dar demir köprüler de burada bulunuyor. Bizim gezdiğimiz saatte bu bölge oldukça güvenli görünüyordu. Etraf turistiklerle doluydu. Saat görece erken olduğundan bazı pencereler kırmızı kalın perdelerle kapalıyken bazılarında yarı çıplak kadınlar vardı. Dar sokaklarda bizimkinden başka çocuk görmedim. Kalabalıkta ezilmesin diye eşim Arda'yı omzuna oturttu. Arda camların arkasındaki tek tük kadınları fark etmedi bile. Ben de zaten ancak göz ucuyla baktım. Yukarıdaki resimdeki yer esrara müzesi, hash marihuana and hemp museum.
Biz sadece önünden geçmekle yetindik. Dar kanallı sokaklarda yürürken kafamın içinde eskilerden "no hash hash no vitamin" şarkısı çaldı hep. Kanal kıyısındaki binaların hepsi eğri. Pencerelerine, kapılarına bakınca bunu daha iyi fark ediyorsunuz.
Amsterdam'da konut sıkıntısı mevcut. Kanalların böldüğü şehre daha fazla ev yapılamazken, kentin nüfusu artmaya devam ediyor. Bu da Amsterdam'daki konut fiyatlarının çok yüksek olması demek ve bu otel fiyatlarına da yansıyor tabiiki. Amsterdam merkezden görece uzak bir yerde Brüksel merkezinde kaldığımızdan daha pahalı bir fiyata kaldık. Zamanında bizdeki gibi kentsel dönüşüm yapılmak istenmiş fakat Amsterdam'ın tarihi dokusunu bozmak istemeyen halk buna karşı çıkmış. Konut problemine bir başka çözüm de kanal üstünde duran tekne evler. Bu küçük tekne evlere köprülerden geçerken rastlamanız  mümkün. Hatta otel araştırırken bu tarz evlerin pansiyon gibi kiralandığını da görmüştüm.
Red light district civarında gezerken akşam oldu ve karnımız acıktı. Google'ın da yardımıyla kendimize güzel bir İtalyan restoranı bulduk. Adı cafe piazza. Çok güzel bir yer. Yolunuz düşerse kesinlikle tavsiye ederim.
Otele giderken bir markete uğradık. İçerde gezinirken meyve - sebze reyonu dikkatimi çekti. Poşetlerde hazırlanmış sebzeler vardı. Bir poşetin içinde birer ikişer farklı sebzelerden. Merak edip poşetlerden birini elime aldım. Üzerinde bir yemek tarifi vardı. Çok geçmeden poşetin içindekilerin tarifte yazan miktardaki sebzeler olduğunu anladım. Çok pratik. Yemek için bir tane soğana, bir patates, bir havuca ihtiyacınız varsa sadece o kadar almış oluyorsunuz ve çürüyüp ziyan olmuyor. Hem alırken hem yaparken rahatlık :) Böylece Amsterdam'daki ilk günümüzü tamamlıyoruz.

29 Mart 2020 Pazar

Brüksel 2.gün

İlk geldiğimiz gün Brüksel'in batı kısmını gezmiştik. İkinci gün doğu kısmına yöneldik. Belçika, şirinler, tenten gibi küçüklükten bildiğimiz birçok çizgi karakterinin ana vatanı. Kaldığımız otelin hemen dibindeki moof müzesinde bu karakterlerin çeşitli figürlerini görebilirsiniz. Müzeye giriş ücretli. Biz dışardan şöyle bir bakıp yolumuza devam ettik.
Batıya doğru yürürken karşımıza ilk olarak Mont des Arts çıktı. Bu planlı parkın etrafında kraliyet kütüphanesi ve kayıt büroları bulunuyor. Bu alan bir öğrenme ve sanat merkezi olarak planlanmış fakat proje rafa kaldırılınca bugünkü halini almış.
Ticari kent bataklık zemin üzerinde gelişimine devam ederken, güçlü aileler Coudenberg yani soğuk tepede yaşamışlar. Biz de yavaş yavaş bu tepeye çıkmaya başladık. Place Royal'e doğru yürürken sol tarafımızda muhteşem bir art nouveau tarzı bir bina gördük. Bu, 1989 yılında Paul Saintenoy'un tasarladığı old england department store'du. Bu bina, müzik aletleri müzesi olarak hizmet veriyormuş. Belçika'da yaşayan arkadaşımız sonradan bize bu müzenin çok güzel ve ilgi çekici olduğunu söyledi. Hatta Mannenken pis yerine bu müzenin popüler olması gerektiğini belirtti. Bu bilgiyi edindiğimizde Belçika'daki son günümüzdü. O yüzden bu müzeyi gezme fırsatını kaçırdık. Ama sizin şansınız olursa bizim yerimize de girin gezin.
Place Royal'in odak merkezinde yer alan sağdaki yapı, neoklasik tarzda yapılan bir 18.yy kilisesi. Boş meydanda oldukça heybetli görünen bu kilisenin adı St-Jacques-sur-Coudenberg kilisesi.
Rue de la Regence'a döndüğünüzde tam sağınızda Kraliyet Güzel Sanatlar Müzesi yer alıyor. Yolun sonunda yer alan heybetli yapı ise adliye sarayı.
Kraliyet sarayına gitmek için biz tam tersi istikamete doğru yöneldik. Saray şimdi sadece törenler için kullanıyormuş çünkü Kraliyet Ailesi kentin dışındaki Laeken'de yaşıyormuş. Her sarayda olduğu gibi burada da Kral konutundayken, girişin üzerindeki bayrak dalgalanırılıyormuş. Biz gittiğimizde konutundaydı sanırım çünkü bayrak direkte asılıydı. Saray yaz aylarında ziyaret edilebiliyormuş.
Sabah saatlerinde kraliyet sarayının önündeki Parc de Bruxelles bomboş ve yemyeşil karşıladı bizi. Bu güzel park 1835 yılında yapılmış ve niye bizim ülkemizde böyle güzel parklar yok dedirtiyor insana.
Yönümüzü aşağı doğru çeviriyoruz tekrar. Sıradaki durağımız Cathedral des Sts-Michel-et-Gudule. 1047 yılında kurulan katedral, farklı yüzyıllarda yapılan eklemelerle günümüze kadar gelmiş.
Amsterdam'a gitmeden önceki son durağımız Belçika Komik Karikatür Merkezi. Bu müze 1906 yılında Victor Horta tarafından tasarlanmış ve inşa edilmiş. Issız ara sokaklarda eşimin burada olduğuna emin misin soruları eşliğinde yürürken art nouveau tarzı eski Waucques ticaret merkezindeki müzeyi bulduk. Yukarıda ana vatanı Belçika olan çizgi karakterleri arasında saymayı unuttuğum bir tane daha vardı: tabii ki Red Kit, gerçek adıyla Lucky Luke. Müzenin hediyelik eşya bölümünde biraz vakit geçirip alışveriş yaptıktan sonra trene az saatimiz kaldığından otelimize döndük ve 3 gün sonra dönmek üzere Brüksel'e veda ettik.

24 Mart 2020 Salı

Brugge

Brüksel'den Brugge trenle yaklaşık 1 saat sürüyor. Çoğu insan yurtdışında araba kiralayarak gezmeyi tercih etse de biz treni tercih ediyoruz. Hem daha uygun hem de yorulmuyoruz. Arabayla kaza yapma, yolu kaybetme vs. riski var. Ayrıca Avrupa'da otopark ücretleri de çok fazla. Zaten genelde gezdiğimiz yerler turistik, araba girmeyen, bölgeler. Hem yürüyerek keşfetmek ve sokaklarda kaybolmak çok eğlenceli. Trenle bazı ara istasyonlarda duruyor. Yukarıdaki fotoğrafı o istasyonlardan birinde çektik. Belçika'da insanlar araba yerine bisikleti tercih ediyorlar. Uzak yerlere de bisikletlerini istasyona park edip trenle gidiyorlar. İstasyondaki bu büyük parkta neredeyse bisiklet park edecek yer kalmamıştı.
Brugge turistik haritasına buradan ulaşabilirsiniz. Biz trenle geldiğimizden, haritanın alt kısmında bulunan istasyondan kuzeye doğru ilerlemeye başladık. Yemyeşil bir park ve durgun bir nehir karşıladı bizi. Gezimize başlar başlamaz Brugge bütün romantizmini ortaya koydu.
İlk durağımız Minnewater (Aşk Gölü). Bu dikdörtgen şeklindeki gölün çıkışı alüvyonlarla dolmadan önce Brugge'ün iç limanıymış. Ağaçların ve şirin binaların gölün üzerindeki yansımaları mükemmel görünüyor.
İkinci durağımız Begijnhof, 1245 yılında kurulan bir manastır. 20.yy'a kadar terk edilmiş ve kaybolmuş kadınlar için bir sığınma evi olarak faaliyet göstermiş. Beyaza boyalı evlerin çevrelediği iç avluda devasa ağaçlar var. Manastırın kapısından girdiğiniz an etraftaki ikaz tabelaları sizi sessizliğe davet ediyor.
St. John's hospital ve Gruuthuse müzesinin yanından geçerek yolumuza devam ediyoruz. Bu müzede Michelangelo'nun "madonna and child" heykeli sergileniyormuş. Ama biz müzenin içine girmedik. Bir kahve molası verdikten sonra yürümeye devam ettik. Bir dönem Brugge'de yaşamış Jan Van Eyck gibi Flaman ustaların eserlerinin sergilendiği bir başka müze ise Groeninge müzesi. Brugge kendisi bir açık hava müzesi gibi olduğundan müzelere girme ihtiyacı hissetmedik.
Işte bot turlarının başladığı Brugge'de en çok fotoğraflanan yer. Biz bot turuna katılmadık, çok sıra vardı ve küçücük botlar çok kalabalık görünüyordu. Arda'yı zapdetmeye çalışmaktan etrafa bakamayız diye düşündük. Zaten yürüyerek gidemeyeceğiniz bir yerlere de götürmüyorlar.
Kanaldan içeri doğru yürüdüğümüzde Burg yani kale meydanı çıkıyor karşımıza. Ama bu meydanın adını aldığı kale çoktan yıkılmış. Şimdi meydanda Stadhuis yani belediye sarayı yer alıyor. Bu bina 1376 - 1420 yılları arasında gotik tarzında yapılmış. Turizm bürosu da bu binanın içinde.
Belediye binasının hemen yanında Heilig-Bloedbasiliek yani kutsal kan bazilikası var. Kiliseye giriş ücretsiz, hazineliğe giriş ücretli. Kilisenin içinde iki küçük şapel var. Biri 12.yy romanesk tarzındayken, diğeri 16.yy gotik tarzında.
Bazilika adını içerisinde İsa'nın bir damla kanının olduğu iddia edilen küçük bir şişeden alıyormuş. Bu şişe yılda bir kez şapelden çıkartılarak Brugge sokaklarında gezdiriliyormuş. Öğle yemeğinde yine fiks menü olan bir restoran tercih ettik, adı Opus Latino.
Lazanya ve çorbadan oluşan menu cok lezzetliydi. Ama Arda'ya da bir porsiyon söyleyince her zamanki gibi fazla geldi. Restoranın manzarası da çok güzel. Yemek molasından sonraki durağımız Markt.
Bu büyük meydan kentin ticari merkezi. Meydanin bir kenarında Belfort-Hallen yani çan kulesi var.
Çan kulesi 13.yy'da inşa edilmiş. 15.yy'da bu kuleye bir de saat eklenmiş.
Duraklarımız burada sona erdi. Biz de güzel manzaralar eşliğinde Brugge sokaklarında kaybolarak dolana dolana tren istasyonuna ulaştık ve Brüksel'e döndük.



22 Mart 2020 Pazar

Brüksel

Brüksel'e ziyaretimiz sebebiyle yeni açılan havaalanını deneme şansımız da oldu. Ankara'dan aktarmalı uçmak gerçekten çok rahat. İstanbul kalabalığına girmeden ayrı bir yerden dış hatlara geçiş yapabiliyorsunuz.

Atatürk havaalanında da böyle bir geçiş vardı fakat sadece uçuşunuza 1 saat kalmışsa geçmenize izin veriyorlardı. Brüksel'de kaldığımız yer çok merkeziydi ve fiyat/performans oranı çok iyiydi. Merkez tren garına yürüme mesafesindeydi. Bavullar ve çocukla rahatça ulaştık.
Odamız Place de l'Agora - Place du Marché aux herbes meydanına bakıyordu. Brüksel'de dil olarak hem Fransızca hem de Flamanca kullanılıyor. Bu sebeple, sokak ve bina isimlerinin iki dildeki karşılığı da yazılıyor.

Brüksel'in merkezi zaten küçük  bir yer. Turistik olarak görülecek yer sayısı da görece az. Bu şehirde kalma sebebimiz hem bu şehri hem de yakınlardaki Brugge'ü görmek. İlk durağımız Grand Place. Otelimizden bir kaç adım yürüyerek meydana ulaşıyoruz. Heryerde çinli turistleri görmeye alışkınız ama Brüksel'de bizi Hintli turistler karşılıyor. Hafif bir yağmur çiseliyor ve meydan boşalıyor. Bu boş hali bizim için daha güzel. Mayıs'ta gitmemize rağmen hava soğuk. Uzun süredir Leuven'de yaşayan arkadaşım sizin şansınıza dedi. Meydan gerçekten çok güzel. İnsan binalardaki taş işçiliğine hayran kalıyor. Avrupa'da alışık olduğumuz gibi bu meydanda da bir çok kafe/restoran var. Bu meydanda Ağustos ayında çicek festivali düzenliyormuş. Biz denk gelmedik ama internette meydanın çiçekli halinin fotoğraflarını gördüm. Muhteşem görünüyordu. Meydanda ilk dikkat çeken yapı, otel odamızdan da görülebilen uzun çan kulesiyle Hotel de Ville.
Yani belediye sarayı. Bugün hala aktif olan binanın bazı salonları düğünler için kullanılıyormuş. Zemin katta ise turizm bürosu bulunuyor. Hotel de Ville'in hemen karşısında Maison du Roi yani Kral'ın evi yer alıyor.
Meydandan sonraki durağımız Manneken Pis. Bu küçük işeyen çocuk heykelinin neresi turistik ben bir anlam veremedim. Önü de fotoğraf çekmeye çalışan turistlerle dolu. Bu heykelin 800 tane giysisi varmış sürekli değiştiriyorlarmış. Yağmur yine başlayınca herkes kaçıştı. Biz de hemen karşıdaki bara girdik. İyi ki de girmişiz. Değişik biraları tadıp kalabalıkları uzaktan izleyip dinlenebileceğiniz güzel bir yer.
Biraz dinlendikten sonra turist rehberlerinde yer alan süslü Borsa binasına gittik. Hava yağmurlu ve akşam olmak üzere olduğundan yemek için rehberde önerilen Rue de Boutchers yani Butchers street (kasap sokağına) doğru yürüdük. Bu sokakta uygun bütçeli birçok restoran var ve hemen hemen hepsinde başlangıç tabağı (yada çorba), ana yemek, içecek ve tatlıdan oluşan fiks fiyatlı menüler var.
Biz porsiyonları bilemedigimizden  Arda'ya da bir menü söyledik ama menüler baya doyurucuymuş. 1 menü ikimize de yetermiş. Otelimize dönerken Galeries Royales St-Hubert içinden geçtik. 1847 yılında yapılan bu kemerli alışveriş çarşısında çok şık mağazalar ve birkaç restoran var.
Sağlı sollu dükkanlar yüksek cam tavanla birbirine bağlanıyor. Buarada Brüksel'de adım başı çikolata dükkanı var. Hepsinde tadım yaptırıyorlar. Biz otelin yanındaki chocopolis'ten aldık. Farklı çeşit çikolatalardan karışık bir kutu yapabiliyorsunuz. Üç kutu alana bir kutu bedava gibi kampanyalar da mevcut. 

9 Şubat 2020 Pazar

Englischer Garten

Englischer garten ile ilgili daha önce linkteki yazımda yazmıştım. Burası da yıllar sonra Münih'te tekrar uğradığım yerlerden biri oldu. Parka girdiğimizde bizi bir süpriz bekliyordu. Park içinden akan nehirde sörf yapan insanlar vardı. Onları daha önceki ziyaretimde görmemiştim.
Bu soğukta o nehre girmek istemezdim ama onlar çok eğleniyor gibi görünüyorlardı. Ankara'dan Münih'e direk uçuş olmasının en büyük avantajlarından biri zaman kazancı. Uçuşumuz akşama doğru olduğundan Münih'teki son günümüzü sakin sakin gezinerek bu parkta geçirdik.
5 km boyunca uzanan parkta Arda'yla tahmin ettiğimden daha uzun bir yol yürüdük.
Sonbaharın güzel manzaraları eşliğinde parkın ortasındaki göle kadar ulaştık. Ördeklere ekmek attık ve ögle yemeğinde göl kenarındaki self servis restoranda Almanların meşhur sosisinden yedik. Otelden valizlerimizi aldıktan sonra havalimanına doğru yola koyulduk ve bir tatilin daha sonuna geldik.

2 Şubat 2020 Pazar

BMW Müzesi ve Olimpiapark

BMW müzesini 14 sene önce görmüstüm ve Olimpiapark'taki olimpiyat köyünde 1 ay kalmıştım. Eşim ve çocuğumuzla yıllar sonra bir kez daha görme fırsatını yakalamış oldum. BMW müzesini Münih: Müzeler yazımda yazmıştım. Bu sefer gittiğimizde müze kısmına girmedik ve giriş kısmıyla hediyelik eşya bölümünü gezdik. Bu gezimiz içinde Stuttgart'taki Porsche müzesini gezmiştik zaten. Ama giriş kısmını gezmek bile keyifliydi.
Bir sonraki durağımız Olimpiapark'tı ve güneş batmak üzereydi. Olimpiapark yazımda bu olimpiyat parkını uzun uzun anlatmıştım. Akşam olduğundan park sessiz ve sakindi. Güzel manzaralar eşliğinde hava kararana kadar gezdik. Ne yazık ki daha önce kaldığım barakaları ziyaret etmeye zamanımız kalmadı.

11 Ocak 2020 Cumartesi

Stuttgart 2.gün

Stuttgart çok da turistik bir şehir olmadığından burada sadece 1 gece geçirecek şekilde planımızı yapmıştık. Doğru bir karar verdiğimizi Stuttgart'a gelince de anladık zaten. Sabah erkenden elimizde valizlerle tren garına doğru yola çıktık.
Valizleri tren garındaki emanete bıraktıktan sonra yürüyerek küçük bir şehir turu yaptık. Şehir tiyatrosu, yeni kale, eski kale ve Stifts kalesini dışardan gördükten sonra tekrar ana cadde olan Königstraße'ye çıktık. Zaten tren garına yürüyerek gelirken de bu yolu kullanmıştık.
Etrafında dükkanların olduğu güzel bir cadde. Stuttgart turumuzu sonlandırıp Münih'e giden trenimizi yakaladık diyeceğim ama ne yazık ki bizim şansımıza tren neredeyse 3 saat rötar yaptı.
Ama iyi tarafı treni kullandığımız halde rötar fazla olduğundan tren paramızı sonrada bize iade ettiler. Trende biletimizi kontrol eden görevli bize bir form verdi. Onu doldurup istasyonda teslim ettik. Parayı hemen elden verdiler.