Van Gogh hayattayken hiçbir eserini satamamış. Günümüzdeki ününü aslında yengesine borçlu. Abisi Theo Van Gogh'un eşi Johanna, erken yaşta elinde Van Gogh'un resimleri ve 1 yaşındaki çocuğu ile dul kalmış. Hayatını bu eserleri tanıtmakla geçiren Johanna, 1905'te Hollanda'da açtığı sergiyle amacına ulaşmış. Ayrıca, Vincent ve abisi arasındaki mektupları da baskıya hazırlamış. Bu mektupların bir kısmını da müzede görmek mümkün.
Vincent Van Gogh ile ilgili biraz Gombrich'ten alıntı yapmak istiyorum: "1853'te Hollanda'da doğan Van Gogh, bir papazın oğluydu. Ressam olmaya karar vermişti. Bir sanat galerisinde çalışan kardeşi Theo onu Empresyonistlerle tanıştırdı. Theo olağanüstü bir insandı. Yoksul olmasına karşın, Vincent için elinden geleni esirgemedi ve güney Fransa'daki Arles'e yaptığı yolculuğun parasını bile ödedi. Vincent, birkaç yıl rahatsız edilmeden çalışırsa, belki bir gün, tablolarını satıp kardeşinin cömertliğinin karşılığını verebileceğini umut ediyordu. Kardeşi Theo'ya yazdığı ve kesintisiz bir günlük gibi okunan mektuplarda, tüm düşünce ve umutlarını ortaya koyuyordu. Neredeyse kendi kendini yetiştirmiş bu alçakgönüllü sanatçının, kendisini bekleyen ünden habersiz yazdığı bu mektuplar, dünya edebiyatının en dokunaklı ve ilginç örnekleri arasında yer alırlar. Bu mektuplarda, sanatçı Vincent'ın görev duygusunu, mücadelelerini ve zaferlerini, umutsuz yalnızlığını ve arkadaş özlemini hissediyor, ateşli bir enerjiyle çalıştığı aşırı yorucu ortamın farkına varıyoruz. Daha bir yıl dolmadan, 1888'in Aralık ayında, Van Gogh bir ruhsal çöküntü, ardından delilik nöbeti geçirdi. 1889'un Mayısında bir akıl hastanesine yatırıldı, ama arada bir kendine gelip resim yaptığı zamanlar oluyordu. Bu ızdırap 14 ay sürdü. 1890 yılının Temmuz ayında, Van Gogh yaşamına son verdi. Öldüğünde tıpkı Raffaello gibi 37 yaşındaydı. Bir ressam olarak 10 yıldan fazla çalışmamıştı ve ününü borçlu olduğu resimlerini, kriz ve umutsuzlukla dolu son 3 yılında yapmıştı. Birkaç yapıtı renkli baskı ile çoğaltılmışlar ve birçok basit odada bile kendilerine yer bulmuşlardır. Van Gogh'un istediği de buydu zaten. Tablolarının, hayran kaldığı renkli Japon baskıları gibi, doğrudan ve güçlü bir etkiye sahip olmasını istiyordu.
Van Gogh, gerçeğin doğru bir şekilde betimlenmesi ile fazla ilgilenmemiştir. O, renkleri ve biçimleri kullanarak, resmini yaptığı şeyler hakkında hissettiklerini ve başkalarının hissetmesini istediklerini iletiyordu. Doğanın bir fotoğraf gibi aynen resmedilişini pek umursamıyordu. Eğer gerekirse, nesnelerin görünüşünü abartmaktan ve hatta değiştirmekten çekinmiyordu. Kendini beğenmiş eleştirmenleri şaşkına çevirmek gibi bir niyeti yoktu. Birinin onun tablolarına ilgi göstereceği konusunda neredeyse tüm umutlarını yitirmişti. Çalışmaya devam etmesinin nedeni, buna kendini zorunlu hissetmesiydi.
Van Gogh, yoğun bir dostluk özlemi içindeydi ve bir dostluk derneği oluşturmanın hayalini kuruyordu. Bu amaçla, kendinden beş yaş daha büyük olan Gauguin'i, Arles'ta birlikte çalışmaya ikna etti. Gaugin, kişilik olarak Van Gogh'tan çok farklıydı. Onda, ne Van Gogh'un alçakgönüllülüğü ne de onun misyon duygusu vardı. Tersine, gururlu ve tutkuluydu. Fakat aralarında kimi ortak noktalar da yok değildi. Van Gogh gibi Gaugin de, oldukça ileri bir yaşta resme başlamıştı ve yine onun gibi kendi kendini yetiştirmişti. Ne var ki ikisinin bu arkadaşlığı bir felaketle sonuçlandı. Van Gogh, bir delilik nöbeti sırasında Gauguin'e saldırınca, Gauguin Paris'e kaçtı." Sanatın Öyküsünden ekleyeceklerim bu kadar.
Sonuç olarak Van Gogh seviyorsanız tatmin edici bir müze. Arda'nın da bu müzeden çok keyif aldığını son bir not olarak da ekleyeyim. Hediyelik eşya bölümünde kendine uygun bir şey bulamayınca Van Gogh'un bir tablosunu istedi, alamayacağımıza göre, elinde tutabileceği bir bardak altlığına razı oldu :)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder