24 Mart 2020 Salı

Brugge

Brüksel'den Brugge trenle yaklaşık 1 saat sürüyor. Çoğu insan yurtdışında araba kiralayarak gezmeyi tercih etse de biz treni tercih ediyoruz. Hem daha uygun hem de yorulmuyoruz. Arabayla kaza yapma, yolu kaybetme vs. riski var. Ayrıca Avrupa'da otopark ücretleri de çok fazla. Zaten genelde gezdiğimiz yerler turistik, araba girmeyen, bölgeler. Hem yürüyerek keşfetmek ve sokaklarda kaybolmak çok eğlenceli. Trenle bazı ara istasyonlarda duruyor. Yukarıdaki fotoğrafı o istasyonlardan birinde çektik. Belçika'da insanlar araba yerine bisikleti tercih ediyorlar. Uzak yerlere de bisikletlerini istasyona park edip trenle gidiyorlar. İstasyondaki bu büyük parkta neredeyse bisiklet park edecek yer kalmamıştı.
Brugge turistik haritasına buradan ulaşabilirsiniz. Biz trenle geldiğimizden, haritanın alt kısmında bulunan istasyondan kuzeye doğru ilerlemeye başladık. Yemyeşil bir park ve durgun bir nehir karşıladı bizi. Gezimize başlar başlamaz Brugge bütün romantizmini ortaya koydu.
İlk durağımız Minnewater (Aşk Gölü). Bu dikdörtgen şeklindeki gölün çıkışı alüvyonlarla dolmadan önce Brugge'ün iç limanıymış. Ağaçların ve şirin binaların gölün üzerindeki yansımaları mükemmel görünüyor.
İkinci durağımız Begijnhof, 1245 yılında kurulan bir manastır. 20.yy'a kadar terk edilmiş ve kaybolmuş kadınlar için bir sığınma evi olarak faaliyet göstermiş. Beyaza boyalı evlerin çevrelediği iç avluda devasa ağaçlar var. Manastırın kapısından girdiğiniz an etraftaki ikaz tabelaları sizi sessizliğe davet ediyor.
St. John's hospital ve Gruuthuse müzesinin yanından geçerek yolumuza devam ediyoruz. Bu müzede Michelangelo'nun "madonna and child" heykeli sergileniyormuş. Ama biz müzenin içine girmedik. Bir kahve molası verdikten sonra yürümeye devam ettik. Bir dönem Brugge'de yaşamış Jan Van Eyck gibi Flaman ustaların eserlerinin sergilendiği bir başka müze ise Groeninge müzesi. Brugge kendisi bir açık hava müzesi gibi olduğundan müzelere girme ihtiyacı hissetmedik.
Işte bot turlarının başladığı Brugge'de en çok fotoğraflanan yer. Biz bot turuna katılmadık, çok sıra vardı ve küçücük botlar çok kalabalık görünüyordu. Arda'yı zapdetmeye çalışmaktan etrafa bakamayız diye düşündük. Zaten yürüyerek gidemeyeceğiniz bir yerlere de götürmüyorlar.
Kanaldan içeri doğru yürüdüğümüzde Burg yani kale meydanı çıkıyor karşımıza. Ama bu meydanın adını aldığı kale çoktan yıkılmış. Şimdi meydanda Stadhuis yani belediye sarayı yer alıyor. Bu bina 1376 - 1420 yılları arasında gotik tarzında yapılmış. Turizm bürosu da bu binanın içinde.
Belediye binasının hemen yanında Heilig-Bloedbasiliek yani kutsal kan bazilikası var. Kiliseye giriş ücretsiz, hazineliğe giriş ücretli. Kilisenin içinde iki küçük şapel var. Biri 12.yy romanesk tarzındayken, diğeri 16.yy gotik tarzında.
Bazilika adını içerisinde İsa'nın bir damla kanının olduğu iddia edilen küçük bir şişeden alıyormuş. Bu şişe yılda bir kez şapelden çıkartılarak Brugge sokaklarında gezdiriliyormuş. Öğle yemeğinde yine fiks menü olan bir restoran tercih ettik, adı Opus Latino.
Lazanya ve çorbadan oluşan menu cok lezzetliydi. Ama Arda'ya da bir porsiyon söyleyince her zamanki gibi fazla geldi. Restoranın manzarası da çok güzel. Yemek molasından sonraki durağımız Markt.
Bu büyük meydan kentin ticari merkezi. Meydanin bir kenarında Belfort-Hallen yani çan kulesi var.
Çan kulesi 13.yy'da inşa edilmiş. 15.yy'da bu kuleye bir de saat eklenmiş.
Duraklarımız burada sona erdi. Biz de güzel manzaralar eşliğinde Brugge sokaklarında kaybolarak dolana dolana tren istasyonuna ulaştık ve Brüksel'e döndük.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder