2 Şubat 2025 Pazar

Londra 3.Gün: Buckhingam Palace, National Gallery ve National Portrait Gallery

 

Daha önce Londra'ya geldiğimizde Buckhingham Palace'sı dışardan görmekle yetinmiştik çünkü saray sadece Temmuz-Eylül ayları arasında ziyaretçi kabul ediyor. Londra'ya yolumuz yeniden düşünce bu sefer önceden internetten bilet alarak içini de gezmeye karar verdik. Biletler yine belirli bir giriş saatine göre satılıyor. Girişte size dağıtılan Audio Guide'larla sessiz bir şekilde sarayı geziyorsunuz.  

Bana kalırsa bir kaç ay önce gezdiğimiz kraliyetin İskoçya'daki sarayına çok benziyordu tarz açısından. İçeride fotoğraf çektirmek yine yasak. Biz de ancak bahçe kısmından bir fotoğraf çekiyoruz. Yandaki fotoğraf da sarayın Mall'dan bir görüntüsü. Kaldığımız yer saraya yakın olduğundan sabah, Londra'nın meşhur parklarının arasından yürüyerek saraya ulaştık. 

Sarayın çıkış kapısı da sizi arka taraflarda bir yerlere çıkartıyor. Yine parkların arasından yürüyerek ön tarafa ulaştık. Öğle yemeğini St.James parkında yedik. Buradaki küçük büfelerde sandviç ve küçük şişelerde şarap satılıyor. Arda'ya sorarsanız bu öğle yemeği Londra gezimizin en güzel vaktiydi çünkü koşturmacasız, sakin, bir yerlere yetişme telaşı olmadan oturup, yediğimiz lezzetli sandviçin tadını çıkardık. Ve günümüzün ikinci yarısını Londra'nın ünlü resim galerilerine ayırdık. Daha önce geldiğimizde National Gallery'yi hızlı bir şekilde gezmiştik (bkz. https://two-turtles-ontheway.blogspot.com/2018/05/londra-son-gun-natural-history-museum.html). Bu sefer amaç daha sakin bir şekilde gezmekti. O zaman müzenin kapanış saati geldiğinden Van Gogh'un ay çiçeklerinden birini görememiştik. Şansımıza yine göremedik çünkü müze, birkaç ay sonra MoMA'dan ve Hollanda'dan getirecekleri tablolarla bir Van Gogh sergisine hazırlanıyordu. İşte National Gallery'de ilgimi çeken ve daha önce bahsetmediğim tabloların bazılarının hikayeleri...




Caravaggio, Celil Sadık'ın kitaplarını okuduktan sonra ilgimi çekmeye başlayan bir ressam oldu. Genellikle mitoloji ve dini konuları işleyen resimleri, sıklıkla resmedilen bu konulara farklı bir bakış açısıyla yaklaşıyor. 17. yüzyılın başında, İtalya'da Avrupa'daki resim sanatının geleceğini etkileyecek stillerden birini ortaya çıkaran Caravaggio, güçlü bir natüralist. Resimlerinde barok dönemin özellikleri oldukça göze çarpıcı. Kompozisyonları dinamik, aydınlatmaları dramatik ve yoğun duygu ifadesi taşıyan bu resimler, Roma, Floransa, Bologna, Napoli ve Cenova'daki zengin patronların saraylarını süslemek için sipariş ediliyordu. Yandaki eserin adı "Salome, Vaftizci Yahya'nın Başını Alırken". Kral Herodes, kardeşinin karısı ile evlenir, Vaftizci Yahya ise bunun yanlış olduğunu söyler. Fakat kral, vaftizci Yahya'dan kutsal biri olduğu için çekinmektedir. Kral bir gece bir davet verir ve burada kardeşinin karısından olan kızı Salome herkesin ilgisini çeken bir dans sergiler. Babası bunun üzerine kızına, dile benden ne dilersen der. Salome da annesinin gazına gelip annesiyle babasının evliliğine karşı çıkan Vaftizci Yahya'nın kellesini ister. Kral bütün davetlilerin gözü önünde verdiği sözü tutmak zorunda kalır. Biz de bu eserde, Vaftizci Yahya'nın başının tepsi içinde Salome'a verildiği etkileyici anı görüyoruz. 
19. yüzyılın ilk yarısında Avrupa resmine, sanat okullarının akademik öğretileri hakimdi. İnsan vücudunu çizmek bu kurumlardaki müfredatın merkezindeydi. Öğrenciler eğitimlerine heykellerin alçı kalıplarını kopyalayarak başlıyor ve ardından canlı çizim derslerine geçiyorlardı. Bu eğitimin amacı, tarihi, mitolojik ve dini konuların büyük ölçekli kompozisyonlarını gerçekleştirebilen ressamlar yetiştirmekti. Bu tür resimler, Paris'teki Salon gibi resmi sergilerde gösterildiğinde halkın dikkatini çekiyordu.
1860'larda Edouard Manet, Paris'teki sergi ziyaretçilerini, cesurca ve sade renkler kullanarak çizdiği, modern yaşamın yılmaz sahneleriyle şaşırttı. Radikal tarzı birçok sanatçı üzerinde derin bir etki bıraktı. Sonraki yıllarda Claude Monet, Pierre-Auguste Renoir, Berthe Morisot, Alfred Sisley ve Paris'teki diğer genç ressamlar, çağdaş yaşamın gayriresmî yönlerine Manet'den bile daha güçlü bir ilgi göstereceklerdi. Genellikle Seine Nehri boyunca açık havada çalışan bu sanatçılar, ışığın geçici etkilerini yakalamak için titrek fırça darbeleri ve parlak renklerle deneyler yaptılar. Kolayca taşınabilen tüplerdeki yağlı boya gibi teknik ilerlemelerden yararlandılar. Resmî sanat dünyası tarafından defalarca küçümsenen bu ressamlar, sanatlarını ilerletmek için gayriresmî olarak bir araya geldiler. 1874'te, yalnızca 'izlenimci' olarak reddedilen eserlerinin bir sergisini düzenlediler. Bununla birlikte, yedi Empresyonist sergi daha düzenlendi, sonuncusu 1886'da gerçekleşti. Camille Pissarro, grubun sekiz serginin hepsine katılan tek üyesiydi. 
Monet, 1860'lardan beri tanıdığı Cézanne'a büyük hayranlık duyuyordu. Günün belirli saatlerinde çekilen ve belirli atmosfer koşullarını kaydeden belirli konuların resim serilerinde ışığı ve rengi araştırdı. Normandiya'daki Giverny'de Monet, formların dağılma noktasına kadar çözüldüğü neredeyse soyut resimler çizdi. 

1880'lerde İzlenimci sanatçılardan bazıları başarıya ulaşmaya başlamıştı. İlk grubun bütünlüğü azalmıştı ve yeni resim yapma yollarını keşfediyorlardı. Camille Pissarro, 1885'te tanıştığı Georges Seurat tarafından icat edilen yeni tarzda çalışmaya başladı. Pissarro'nun yeni sanata karşı açık fikirli tutumu, Paul Gauguin de dahil olmak üzere daha genç sanatçıların hayranlığını kazandı. 1888 sonbaharında Gauguin, Provence'taki Arles'da Vincent van Gogh ile yaşadı ve çalıştı. Hollanda'da doğan Van Gogh, sanatçı olmadan önce sanat simsarı ve vaiz olarak çalışmıştı. Dokulu yüzeyleri ve güçlü renkleriyle resimleri yoğun duygularla yüklü. Yandaki resim de Van Gogh'un herkesin bildiği klasik olmayan resimlerinden biri ama her zamanki gibi renklerin canlılığı ve uyumu insanı resmin içine çekiyor.
Son olarak Ferdinand Hodler'in (1853-1918) Bluemlisalp masifi ile Kien Vadisi (1902) eserini buraya koymak istedim. Bilmiyorum neden ama bu tablo bana çok etkileyici geldi. Modernizmin kilit isimlerinden biri olan İsviçreli sanatçı Ferdinand Hodler, 1902 yazını dağ manzaraları resmederek geçirmiş. "Manzaranın bir karakteri olmalı," diye yazmış, "bir tutku veya duyguyu ifade etmeli". Bu resim - ısrarcı dikeyliği, belirgin renk alanları ve süsleyici, dekoratif bulutlarıyla - zamansızlık ve meditatif durgunluk duygusunu aktarıyor.


Bir sonraki durağımız National Portrait Gallery. Hem National Gallery hem de National Portrait Gallery girişi ücretsiz. Dilerseniz belirli bir saat dilimine ücretsiz giriş biletinizi internetten de alabiliyorsunuz fakat bu müzeler çok kalabalık olmadığından girişteki görevliler saate falan dikkat etmiyor. 
Günümüzde insanların aile portrelerine sahip olması normalken, bu aile portreleri fotoğrafçılığın icadından önce oldukça nadirdi. Bu müzedeki portrelerin çoğu kamusal yaşamda iz bırakan kişilere ait. Bazıları İngiltere'de çizilmiş en eski aile grubu portreleri, Tudor hanedanı gibi. Bu aile, 1485 ile 1603 yılları arasında İngiltere, Galler ve İrlanda'yı yönetti. Tudorlar, Gül Savaşları olarak bilinen kanlı iç savaşlara son verdi.
16. yüzyılın ortalarına gelindiğinde, İngiltere birçok nüfuzlu eşi kraliçe olarak taçlandırmıştı; bu kraliçelerin statüleri kralla olan evliliklerinden geliyordu ancak hiçbiri kendi başına hüküm süren bir kraliçe değildi.

1553'te I.Mary'nin İngiltere'nin ilk hükümdar kraliçesi olarak tahta çıkması, ülkeyi, bazılarının kadın yönetiminin 'doğaya aykırı' olduğunu savunduğu bir toplumda bir kadının nasıl iktidar sahibi olabileceği sorusuyla yüzleşmeye zorladı. 
Portre minyatürleri I.Elizabeth'in sarayında popülerdi ve birçok farklı şekilde kullanılmaya başlandı. Siyasi iyilik göstermek için hediye olarak veya kendini tanıtmaya yardımcı olarak kullanılabilirlerdi. Minyatürlerin amacına hizmet ettiği en belirgin yer saray aşk kültürüydü. 
1603 yılında ölen I.Elizabeth'in çocuğu olmadığı için taç, Tudor hanedanından Stuart hanedanlığına geçti. 
1714 yılında ise Kraliçe Anne çocuksuz bir şekilde ölünce ise taç, en yakın akrabası Alman kökenli Hanover hanedanlığına geçti.
Hanover hanedanının geleceği, Mayıs 1819'da Kent Dükü ve Düşesi'nin bir kızının doğmasıyla güvence altına alındı. Prenses Victoria, dul annesi Kent Düşesi tarafından Kensington Sarayı'nda büyütüldü. IV. William'ın 1837'deki ölümünden sonra Victoria tahta çıktı. 70 yıldan uzun bir süre sonra ilk kez genç bir hükümdar taç giydi ve gelecek parlak görünüyordu. Kraliçe Victoria 60 yıldan fazla hüküm sürdü.

Müzede sadece kraliyet ailesinin değil, İngiltere tarihindeki 
Shakespeare gibi önemli kişilerin de portreleri mevcut. Bu kişilerin içinde Brontë kız kardeşler de yer alıyor. Brontë kız kardeşlerin müzede sergilenen bu tamamlanmamış portresi, 1914 yılında Charlotte Brontë'nin dul eşinin ikinci eşi tarafından keşfedilmiş. Emily'nin resmiyle birlikte katlanmış ve İrlanda'daki bir çiftlik evindeki bir dolabın üstüne bırakılmış.
Galeri bu portreyi satın aldıktan sonra, yağlı boyanın zamanla şeffaflaştığı yerden hayaletimsi bir erkek figürü ortaya çıkmış. Bu, kız kardeşlerin sanatçı olmayı öğrenen 17 yaşındaki kardeşi Branwell'in otoportresi. Bilinmeyen nedenlerle, portresinin üzerine bir sütun çizmiş.
Galeri, onu restore etmeme, kat izlerini ve boya kayıplarını dikkate değer tarihinin kanıtı olarak tutma yönünde alışılmadık bir karar almış.

İşte Londra'da müzelerle dolu uzun bir üçüncü günün sonu...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder