25 Nisan 2020 Cumartesi
Vondelpark
Amsterdam'daki müze bölgesine çok yakın mesafede 1867'de açılmış, kocaman ve yemyeşil bir park olan Vondelpark yer alıyor. Sabah Van Gogh Müzesini gezip öğle yemeğimizi müzenin kafesinde yedikten sonra, bu güzel güneşli güne Vondelpark'ta bir mola verdik ve öğleden sonra Rijksmuseum'u gezmek için enerji topladık.
19 Nisan 2020 Pazar
Amsterdam 2.gün: Van Gogh Müzesi
Amsterdam'daki ikinci günümüz ve ilk durağımız Van Gogh Müzesi. Bu müzeye gitmek istiyorsanız bir iki hafta önceden internetten bilet almanızı öneririm. Kalabalık olmaması için ziyaretçi sayısını belirli bir sayı ile kısıtlı tutuyorlar. Geç kalırsanız istediğiniz güne bilet bulamayabilirsiniz. "I Amsterdam card" diye bir kart çıkartırsanız, bir çok müzeyi ücretsiz olarak gezebilir ve tramvay gibi ulaşım araçlarını sınırsız olarak kullanabilirsiniz. Ama sorun şu ki bu kart günlük çıkartılıyor ve daha pahalıya geliyor. Bir gün içinde yorulmadan 3-4 müze gezerim diyorsanız mantıklı. Ama çocukla o kadar müzeyi tek güne sığdırmak mümkün değil. Çocuk olmasa dahi çok yorucu. Biz bir güne ancak iki müzeyi sığdırabildik, o bile yorucuydu. Bir günlük kart 65 euro, iki günlük kart 85 euro. İki müzeye giriş ücreti ise 36 euro. Dediğim gibi kartsız daha ucuz. Biz o yüzden kart kullanmadık.
Konumuza dönecek olursak, Vincent Van Gogh, tablo alım satımı ile uğraşan amcasının yardımıyla satış elemanı olarak iş hayatına atılan bir sanatçı. Üslubunu ancak hayatının geç dönemlerinde geliştirme fırsatı bulmuş. Van Gogh Müzesinde sanatçının 400'den fazla eseri var. Ünlü ressamın eserlerine adanan müze, 1973 yılında hizmete açılmış. İlk bölüm otoportrelerine ayrılmış. Bu bölümde Van Gogh'un yaptığı farklı yaşlarına ait otoportreleri var. Sanatçının Arles'teki Yatak Odası ve Vazodaki Günebakanlar gibi ünlü eserlerini de bu müzede görmek mümkün. Son derece canlı renklerle keskin bir kontrast yaratan bu iki resim sanatçının Provans'ta yaşadığı 1888 yılında yapılmış. Aslında Vazodaki Günebakanlar eserini farklı biçimlerde birçok defa resmetmiş Van Gogh. Bir tanesini daha önce Münih'te görmüştük zaten. İngiltere'de de National Gallery'de geç kaldığımızdan o bölümü görmemiştik. Bir diğer "sunglowers" ise Philadelphia'daymış. Bakalım onu görmek kısmet olacak mı. Yine müzede bulunan Patates Yiyenler eseri, o dönemde Van Gogh'un da aralarında bulunduğu yoksulların yaşamına dair gerçekçi bir bakış sunuyor. Bu müzede olup tanıyabileceğiniz başka eserleri de Sarı Ev ve Badem Çiçekleri.
Van Gogh hayattayken hiçbir eserini satamamış. Günümüzdeki ününü aslında yengesine borçlu. Abisi Theo Van Gogh'un eşi Johanna, erken yaşta elinde Van Gogh'un resimleri ve 1 yaşındaki çocuğu ile dul kalmış. Hayatını bu eserleri tanıtmakla geçiren Johanna, 1905'te Hollanda'da açtığı sergiyle amacına ulaşmış. Ayrıca, Vincent ve abisi arasındaki mektupları da baskıya hazırlamış. Bu mektupların bir kısmını da müzede görmek mümkün.
Vincent Van Gogh ile ilgili biraz Gombrich'ten alıntı yapmak istiyorum: "1853'te Hollanda'da doğan Van Gogh, bir papazın oğluydu. Ressam olmaya karar vermişti. Bir sanat galerisinde çalışan kardeşi Theo onu Empresyonistlerle tanıştırdı. Theo olağanüstü bir insandı. Yoksul olmasına karşın, Vincent için elinden geleni esirgemedi ve güney Fransa'daki Arles'e yaptığı yolculuğun parasını bile ödedi. Vincent, birkaç yıl rahatsız edilmeden çalışırsa, belki bir gün, tablolarını satıp kardeşinin cömertliğinin karşılığını verebileceğini umut ediyordu. Kardeşi Theo'ya yazdığı ve kesintisiz bir günlük gibi okunan mektuplarda, tüm düşünce ve umutlarını ortaya koyuyordu. Neredeyse kendi kendini yetiştirmiş bu alçakgönüllü sanatçının, kendisini bekleyen ünden habersiz yazdığı bu mektuplar, dünya edebiyatının en dokunaklı ve ilginç örnekleri arasında yer alırlar. Bu mektuplarda, sanatçı Vincent'ın görev duygusunu, mücadelelerini ve zaferlerini, umutsuz yalnızlığını ve arkadaş özlemini hissediyor, ateşli bir enerjiyle çalıştığı aşırı yorucu ortamın farkına varıyoruz. Daha bir yıl dolmadan, 1888'in Aralık ayında, Van Gogh bir ruhsal çöküntü, ardından delilik nöbeti geçirdi. 1889'un Mayısında bir akıl hastanesine yatırıldı, ama arada bir kendine gelip resim yaptığı zamanlar oluyordu. Bu ızdırap 14 ay sürdü. 1890 yılının Temmuz ayında, Van Gogh yaşamına son verdi. Öldüğünde tıpkı Raffaello gibi 37 yaşındaydı. Bir ressam olarak 10 yıldan fazla çalışmamıştı ve ününü borçlu olduğu resimlerini, kriz ve umutsuzlukla dolu son 3 yılında yapmıştı. Birkaç yapıtı renkli baskı ile çoğaltılmışlar ve birçok basit odada bile kendilerine yer bulmuşlardır. Van Gogh'un istediği de buydu zaten. Tablolarının, hayran kaldığı renkli Japon baskıları gibi, doğrudan ve güçlü bir etkiye sahip olmasını istiyordu.
Van Gogh, gerçeğin doğru bir şekilde betimlenmesi ile fazla ilgilenmemiştir. O, renkleri ve biçimleri kullanarak, resmini yaptığı şeyler hakkında hissettiklerini ve başkalarının hissetmesini istediklerini iletiyordu. Doğanın bir fotoğraf gibi aynen resmedilişini pek umursamıyordu. Eğer gerekirse, nesnelerin görünüşünü abartmaktan ve hatta değiştirmekten çekinmiyordu. Kendini beğenmiş eleştirmenleri şaşkına çevirmek gibi bir niyeti yoktu. Birinin onun tablolarına ilgi göstereceği konusunda neredeyse tüm umutlarını yitirmişti. Çalışmaya devam etmesinin nedeni, buna kendini zorunlu hissetmesiydi.
Van Gogh, yoğun bir dostluk özlemi içindeydi ve bir dostluk derneği oluşturmanın hayalini kuruyordu. Bu amaçla, kendinden beş yaş daha büyük olan Gauguin'i, Arles'ta birlikte çalışmaya ikna etti. Gaugin, kişilik olarak Van Gogh'tan çok farklıydı. Onda, ne Van Gogh'un alçakgönüllülüğü ne de onun misyon duygusu vardı. Tersine, gururlu ve tutkuluydu. Fakat aralarında kimi ortak noktalar da yok değildi. Van Gogh gibi Gaugin de, oldukça ileri bir yaşta resme başlamıştı ve yine onun gibi kendi kendini yetiştirmişti. Ne var ki ikisinin bu arkadaşlığı bir felaketle sonuçlandı. Van Gogh, bir delilik nöbeti sırasında Gauguin'e saldırınca, Gauguin Paris'e kaçtı." Sanatın Öyküsünden ekleyeceklerim bu kadar.
Sonuç olarak Van Gogh seviyorsanız tatmin edici bir müze. Arda'nın da bu müzeden çok keyif aldığını son bir not olarak da ekleyeyim. Hediyelik eşya bölümünde kendine uygun bir şey bulamayınca Van Gogh'un bir tablosunu istedi, alamayacağımıza göre, elinde tutabileceği bir bardak altlığına razı oldu :)
Van Gogh hayattayken hiçbir eserini satamamış. Günümüzdeki ününü aslında yengesine borçlu. Abisi Theo Van Gogh'un eşi Johanna, erken yaşta elinde Van Gogh'un resimleri ve 1 yaşındaki çocuğu ile dul kalmış. Hayatını bu eserleri tanıtmakla geçiren Johanna, 1905'te Hollanda'da açtığı sergiyle amacına ulaşmış. Ayrıca, Vincent ve abisi arasındaki mektupları da baskıya hazırlamış. Bu mektupların bir kısmını da müzede görmek mümkün.
Vincent Van Gogh ile ilgili biraz Gombrich'ten alıntı yapmak istiyorum: "1853'te Hollanda'da doğan Van Gogh, bir papazın oğluydu. Ressam olmaya karar vermişti. Bir sanat galerisinde çalışan kardeşi Theo onu Empresyonistlerle tanıştırdı. Theo olağanüstü bir insandı. Yoksul olmasına karşın, Vincent için elinden geleni esirgemedi ve güney Fransa'daki Arles'e yaptığı yolculuğun parasını bile ödedi. Vincent, birkaç yıl rahatsız edilmeden çalışırsa, belki bir gün, tablolarını satıp kardeşinin cömertliğinin karşılığını verebileceğini umut ediyordu. Kardeşi Theo'ya yazdığı ve kesintisiz bir günlük gibi okunan mektuplarda, tüm düşünce ve umutlarını ortaya koyuyordu. Neredeyse kendi kendini yetiştirmiş bu alçakgönüllü sanatçının, kendisini bekleyen ünden habersiz yazdığı bu mektuplar, dünya edebiyatının en dokunaklı ve ilginç örnekleri arasında yer alırlar. Bu mektuplarda, sanatçı Vincent'ın görev duygusunu, mücadelelerini ve zaferlerini, umutsuz yalnızlığını ve arkadaş özlemini hissediyor, ateşli bir enerjiyle çalıştığı aşırı yorucu ortamın farkına varıyoruz. Daha bir yıl dolmadan, 1888'in Aralık ayında, Van Gogh bir ruhsal çöküntü, ardından delilik nöbeti geçirdi. 1889'un Mayısında bir akıl hastanesine yatırıldı, ama arada bir kendine gelip resim yaptığı zamanlar oluyordu. Bu ızdırap 14 ay sürdü. 1890 yılının Temmuz ayında, Van Gogh yaşamına son verdi. Öldüğünde tıpkı Raffaello gibi 37 yaşındaydı. Bir ressam olarak 10 yıldan fazla çalışmamıştı ve ününü borçlu olduğu resimlerini, kriz ve umutsuzlukla dolu son 3 yılında yapmıştı. Birkaç yapıtı renkli baskı ile çoğaltılmışlar ve birçok basit odada bile kendilerine yer bulmuşlardır. Van Gogh'un istediği de buydu zaten. Tablolarının, hayran kaldığı renkli Japon baskıları gibi, doğrudan ve güçlü bir etkiye sahip olmasını istiyordu.
Van Gogh, gerçeğin doğru bir şekilde betimlenmesi ile fazla ilgilenmemiştir. O, renkleri ve biçimleri kullanarak, resmini yaptığı şeyler hakkında hissettiklerini ve başkalarının hissetmesini istediklerini iletiyordu. Doğanın bir fotoğraf gibi aynen resmedilişini pek umursamıyordu. Eğer gerekirse, nesnelerin görünüşünü abartmaktan ve hatta değiştirmekten çekinmiyordu. Kendini beğenmiş eleştirmenleri şaşkına çevirmek gibi bir niyeti yoktu. Birinin onun tablolarına ilgi göstereceği konusunda neredeyse tüm umutlarını yitirmişti. Çalışmaya devam etmesinin nedeni, buna kendini zorunlu hissetmesiydi.
Van Gogh, yoğun bir dostluk özlemi içindeydi ve bir dostluk derneği oluşturmanın hayalini kuruyordu. Bu amaçla, kendinden beş yaş daha büyük olan Gauguin'i, Arles'ta birlikte çalışmaya ikna etti. Gaugin, kişilik olarak Van Gogh'tan çok farklıydı. Onda, ne Van Gogh'un alçakgönüllülüğü ne de onun misyon duygusu vardı. Tersine, gururlu ve tutkuluydu. Fakat aralarında kimi ortak noktalar da yok değildi. Van Gogh gibi Gaugin de, oldukça ileri bir yaşta resme başlamıştı ve yine onun gibi kendi kendini yetiştirmişti. Ne var ki ikisinin bu arkadaşlığı bir felaketle sonuçlandı. Van Gogh, bir delilik nöbeti sırasında Gauguin'e saldırınca, Gauguin Paris'e kaçtı." Sanatın Öyküsünden ekleyeceklerim bu kadar.
Sonuç olarak Van Gogh seviyorsanız tatmin edici bir müze. Arda'nın da bu müzeden çok keyif aldığını son bir not olarak da ekleyeyim. Hediyelik eşya bölümünde kendine uygun bir şey bulamayınca Van Gogh'un bir tablosunu istedi, alamayacağımıza göre, elinde tutabileceği bir bardak altlığına razı oldu :)
12 Nisan 2020 Pazar
Amsterdam: 1.gün
Amsterdam'da otele yerleştikten sonraki ilk durağımız tabii ki red light district. Cumartesi öğleden sonra normal bir kalabalık var. Amsterdam sakinlerinin seks ve uyuşturucu konusundaki bakışı anlayışlı ve sonuç almaya yönelik. Amaçları meselenin suç niteliği kazanmadan kontrol altına alınması. Bu bölgeler devlet kurumları tarafından düzenli olarak denetleniyormuş. Kapalı pencerelerin arkasındaki seksi kıyafetli kadınlar haricinde kentteki en güzel kanallar, en eski ve dar demir köprüler de burada bulunuyor. Bizim gezdiğimiz saatte bu bölge oldukça güvenli görünüyordu. Etraf turistiklerle doluydu. Saat görece erken olduğundan bazı pencereler kırmızı kalın perdelerle kapalıyken bazılarında yarı çıplak kadınlar vardı. Dar sokaklarda bizimkinden başka çocuk görmedim. Kalabalıkta ezilmesin diye eşim Arda'yı omzuna oturttu. Arda camların arkasındaki tek tük kadınları fark etmedi bile. Ben de zaten ancak göz ucuyla baktım. Yukarıdaki resimdeki yer esrara müzesi, hash marihuana and hemp museum.
Biz sadece önünden geçmekle yetindik. Dar kanallı sokaklarda yürürken kafamın içinde eskilerden "no hash hash no vitamin" şarkısı çaldı hep. Kanal kıyısındaki binaların hepsi eğri. Pencerelerine, kapılarına bakınca bunu daha iyi fark ediyorsunuz.
Amsterdam'da konut sıkıntısı mevcut. Kanalların böldüğü şehre daha fazla ev yapılamazken, kentin nüfusu artmaya devam ediyor. Bu da Amsterdam'daki konut fiyatlarının çok yüksek olması demek ve bu otel fiyatlarına da yansıyor tabiiki. Amsterdam merkezden görece uzak bir yerde Brüksel merkezinde kaldığımızdan daha pahalı bir fiyata kaldık. Zamanında bizdeki gibi kentsel dönüşüm yapılmak istenmiş fakat Amsterdam'ın tarihi dokusunu bozmak istemeyen halk buna karşı çıkmış. Konut problemine bir başka çözüm de kanal üstünde duran tekne evler. Bu küçük tekne evlere köprülerden geçerken rastlamanız mümkün. Hatta otel araştırırken bu tarz evlerin pansiyon gibi kiralandığını da görmüştüm.
Red light district civarında gezerken akşam oldu ve karnımız acıktı. Google'ın da yardımıyla kendimize güzel bir İtalyan restoranı bulduk. Adı cafe piazza. Çok güzel bir yer. Yolunuz düşerse kesinlikle tavsiye ederim.
Otele giderken bir markete uğradık. İçerde gezinirken meyve - sebze reyonu dikkatimi çekti. Poşetlerde hazırlanmış sebzeler vardı. Bir poşetin içinde birer ikişer farklı sebzelerden. Merak edip poşetlerden birini elime aldım. Üzerinde bir yemek tarifi vardı. Çok geçmeden poşetin içindekilerin tarifte yazan miktardaki sebzeler olduğunu anladım. Çok pratik. Yemek için bir tane soğana, bir patates, bir havuca ihtiyacınız varsa sadece o kadar almış oluyorsunuz ve çürüyüp ziyan olmuyor. Hem alırken hem yaparken rahatlık :) Böylece Amsterdam'daki ilk günümüzü tamamlıyoruz.
Biz sadece önünden geçmekle yetindik. Dar kanallı sokaklarda yürürken kafamın içinde eskilerden "no hash hash no vitamin" şarkısı çaldı hep. Kanal kıyısındaki binaların hepsi eğri. Pencerelerine, kapılarına bakınca bunu daha iyi fark ediyorsunuz.
Amsterdam'da konut sıkıntısı mevcut. Kanalların böldüğü şehre daha fazla ev yapılamazken, kentin nüfusu artmaya devam ediyor. Bu da Amsterdam'daki konut fiyatlarının çok yüksek olması demek ve bu otel fiyatlarına da yansıyor tabiiki. Amsterdam merkezden görece uzak bir yerde Brüksel merkezinde kaldığımızdan daha pahalı bir fiyata kaldık. Zamanında bizdeki gibi kentsel dönüşüm yapılmak istenmiş fakat Amsterdam'ın tarihi dokusunu bozmak istemeyen halk buna karşı çıkmış. Konut problemine bir başka çözüm de kanal üstünde duran tekne evler. Bu küçük tekne evlere köprülerden geçerken rastlamanız mümkün. Hatta otel araştırırken bu tarz evlerin pansiyon gibi kiralandığını da görmüştüm.
Red light district civarında gezerken akşam oldu ve karnımız acıktı. Google'ın da yardımıyla kendimize güzel bir İtalyan restoranı bulduk. Adı cafe piazza. Çok güzel bir yer. Yolunuz düşerse kesinlikle tavsiye ederim.
Otele giderken bir markete uğradık. İçerde gezinirken meyve - sebze reyonu dikkatimi çekti. Poşetlerde hazırlanmış sebzeler vardı. Bir poşetin içinde birer ikişer farklı sebzelerden. Merak edip poşetlerden birini elime aldım. Üzerinde bir yemek tarifi vardı. Çok geçmeden poşetin içindekilerin tarifte yazan miktardaki sebzeler olduğunu anladım. Çok pratik. Yemek için bir tane soğana, bir patates, bir havuca ihtiyacınız varsa sadece o kadar almış oluyorsunuz ve çürüyüp ziyan olmuyor. Hem alırken hem yaparken rahatlık :) Böylece Amsterdam'daki ilk günümüzü tamamlıyoruz.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)