4 Şubat 2024 Pazar

Musee d'Orsay


Musee d'Orsay tek kelime ile muhteşem bir müze. Benim gibi empresyonist dönem hayranı bir sanat severseniz, kendinizi küçük bir cennette bulacaksınız. 1900 yılındaki Dünya Fuarı için bir tren istasyonu olarak inşa edilen ve 1977 yılına kadar bu şekilde hizmet veren bina, şimdi bir sanat müzesi olarak bir çok ünlü esere ev sahipliği yapıyor. Bu binanın mimarisi o kadar şık ki daha önce bir tren istasyonu olduğunu bilmeseniz onun bir sanat müzesi olarak inşa edildiğini düşünebilirsiniz. Bu müzede 1848 - 1914 yılları arasında yapılmış sanat eserleri sergileniyor. Binanın müzeye dönüştürülmesinde İtalyan mimar Gae Aulenti görev almış. Biz gittiğimizde müzenin geçici sergi alanlarından birinde aynı dönemlerde yaşamış Manet ve Degas eserleri vardı. Diğer geçici sergi alanında ise pastel boya ile yapılmış inanılmaz güzellikte  resimler mevcuttu. Eserler o kadar ustalıkla yapılmıştı ki pastel boya ile yapıldıklarına inanmakta güçlük çektim.

Bu müzede gördüğümüz Manet'nin "Olympia" ve "Kırda Öğle Yemeği" eserlerini kitap bloğumda anlatmıştım. 
Musee d'Orsay'da Edouard Manet'nin "Balkon" resmini de görme şansını bulduk. Manet bu resmini yaparken, Goya'nın "Bir Balkondaki Grup" eserinden "etkilenmiş ve onu balkonda duran benzer bir topluluğu resmetmeye ve açık havadaki parlak ışıkla, odanın içindeki biçimleri yutan karanlık arasındaki kontrastı incelemeye itmiştir. Fakat Manet, 1869'da gerçekleştirdiği bu incelemesini, Goya'nın altmış yıl önce yaptığından çok daha ileriye götürmüştür... Bunun sonucu olarak da, onun herhangi bir tablosu, bize eski ustaların tablolarından daha gerçekçi gelir. Kendimizi, sanki balkondaki bu insanlarla gerçekten yüz yüze duruyormuş gibi hissederiz... Parlak yeşile boyanmış parmaklık, geleneksel renk uyumu ilkelerini hiçe sayarak, kompozisyonu boydan boya böler. Parmaklık sahnenin önünde o denli güçlü bir şekilde belirginleşmiştir ki, arka planda kalan sahne bir derinlik duygusu yaratır." (Gombrich, Sanatın Öyküsü).  
Bu müzede, Özgürlük Heykeli'nin 1/16 ölçeğinde yapılan bir versiyonunu görmeniz de mümkün. Colmar'da Frédéric Auguste Bartholdi'nin evini görmüştük, o bölgede de yine Bartholdi tarafından yapılan küçük bir özgürlük heykeli vardı. Bu müzedeki heykel, 1889 yılında dökülmüş ve ilk olarak Luxemburg müzesinde sergilenmiş. 1906 yılında heykel, müzenin bahçesine taşınmış. Burada yaklaşık bir asır geçirdikten sonra, 2012 yılında Orsay Müzesine gelmiş. Heykelin yeni yapılmış bir replikası ise hala Luxemburg Bahçesinde sergilenmekteymiş. 
Orsay'da Amerikalı ressam James Abbott McNeill Whistler'ın "Gri ve Siyah Düzenleme: Sanatçının Annesinin Portresi" eserini de görebilirsiniz. "Dünyanın dört bir yanından gelen sanatçılar Paris'te Empresyonizmle tanıştılar. Ülkelerine geri dönerken de, hem bu yeni buluşları hem de sanatçının kentsoyluların önyargılarına ve alışkanlıklarına karşı duyduğu isyankar tutumu beraberlerinde götürdüler... Whistler, 1863'te "Reddedilenler Sergisi"nde Manet ile birlikte resimlerini sergileyerek yeni akımın verdiği ilk savaşa katılmıştı... Whistler'in en ünlü tablolarından birisi, belki de şimdiye kadar yapılmış en popüler resimlerden birisi olan annesinin portresidir... Yalın biçimlerin özenli dengesi, tabloya huzur dolu bir özellik vermekte, yaşlı hanımın saçlarında, giysisinde ve duvarda görülen "gri ve siyah"ın donuk tonları, tabloyu bu kadar çekici kılan, kabullenilmiş yalnızlık duygusunu güçlendirmektedir." (Gombrich, Sanatın Öyküsü).
1874 yılında, Paul Cezanne, Edgar Degas, Claude Monet, Berthe Morisot, Camile Pissarro, Auguste Renoir and Alfred Sisley jüri tarafından Salon'a kabul edilmeyen eserler için ayrı bir sergi organize etmiş. Eleştirmenlerden biri, bu ressamları Monet'in yaptığı bir resim üzerinden, "Empresyonist" olarak  eleştirmiştir. İronik olan ise, bu tarz resim yapan sanatçılar bu ismi benimsemesi ve bu adlandırmanın zamanımıza kadar ulaşmasıdır. Empresyonistler kendi çağlarını resmetmek istiyorlardı. Modernliği, Paris'in istasyonlarında, caddelerinde ve kafelerinde, Seine Nehri kıyısındaki popüler banklarda ve sanayinin zaten damgasını vurduğu banliyö manzaralarında ortaya çıkardılar. Demiryollarının gelişimi, moda haline gelen sahilleri ve plajları keşfetmelerine olanak tanıdı. 1870'lerde grubun manzara sanatçıları, bir anı ölümsüzleştiren, spontane izlenimi yaratan, detay zevkinden ve École des beaux-arts'ta öğretilen kusursuz bitişlerin olduğu öğretiden dünyalar kadar uzak bir resim tarzını benimsediler. Konuları, günün farklı saatlerinde ve farklı mevsimlerde yakalanan ışık ve renk değişimleriydi. 
Modeller kullanılarak yapılan iç mekan resimleri, Degas ve Caillebotte gibi bazı sanatçılar için hala bir rol oynuyordu, ancak artık bedeni geleneksel kahramanca pozlarda tasvir etmiyorlar, bunun yerine modern bedenin gerçek doğasını arıyorlardı. Monet'nin "Paris'teki bir tren garını betimleyen resmi, eleştirmenlere tam anlamıyla bir küstahlık olarak görünmüştür. Bu tablo, günlük yaşamdaki bir sahneden gerçek bir "izlenim"dir... (Monet'yi) büyüleyen şey, cam tavandan süzülerek gelip, tren dumanlarına vuran ışık ve bu karmaşa içinde aniden beliriveren lokomotif ve vagonların biçimiydi. 
Bu genç Empresyonist grubun ressamları, yeni ilkelerini yalnızca manzara resmine değil, herhangi bir günlük yaşam sahnesine de uyguladılar, "Moulin de la Galette'de Dans", Auguste Renoir'ın, 1876'da yapılmış ve bir açık hava dansını betimleyen tablosu gibi... Renoir, neşeli kalabalıktaki insanların farklı davranışlarıyla ilgileniyor ve eğlentilerin coşkulu güzelliğinden büyüleniyor... Renoir, canlı renklerin oluşturduğu neşeli karmaşayı tuvalinde yaratmak ve dans edenlerin oluşturduğu dönen kalabalığın üstünde gün ışığının etkisini incelemek istiyor. Bu tablo, Manet'in yaptığı Monet'in kayığının resmi *(Münih'te gördüğümüz) ile karşılaştırıldığında bile, adeta bir taslak gibi, bitmemiş görünüyor. Plandaki birkaç figürün başı biraz daha ayrıntılı görünüyor, ama onlar bile en alışılmadık biçimde resmedilmiş. Oturan hanımın gözleri ve alnı gölgede kayboluyor; güneşin ışıkları ise ağzında ve çenesinde oynuyor... Arkada ise biçimler, havada ve güneş ışığında giderek daha çözülüyor... Eğer Renoir her ayrıntıyı yapsaydı, tablo sıkıcı ve cansız bir şey olurdu." (Gombrich, Sanatın Öyküsü). 

Renoir'ın yandaki "Dance in the Country" tablosunu "She Was Pretty" dizisinde görmüştüm. Resme dikkatli bir şekilde bakarsanız dans eden çiftin arkasında, resmin sol tarafında, küçük bir kız görünüyor. Dizide birinin çocukluk aşkı olan çift bu tablonun yapboz versiyonunda, birinin küçük kızın olduğu parçayı diğerine vermesi sayesinde birbirlerini tanıyorlardı. 
 
Musee d'Orsay binasının kendisi, daha önce de belirttiğim gibi, tek başına bir sanat eseri. İlk fotoğrafta görülen saatin diğer yüzüne geçtiğinde sizi Seine nehrinin dahil olduğu bir Paris manzarası karşılıyor. Bu kadar empresyonist resim gördükten sonra, bu fotoğrafı çekerken, empresyonist bir ressam gördüğü bu hoş görüntüyü fırça darbeleriyle nasıl bir şahesere çevirirdi acaba diye düşünmeden edemedim.

Empresyonistlerin, sanat meraklılarından, eleştirmenlerden ve tacirlerden yetersiz destek aldıkları zorlu ilk günler, 20. yüzyılın başlarında yerini uluslararası üne bıraktı. 1874 ile 1886 yılları arasında sekiz Empresyonist sergi düzenlendi. 

Georges Seurat ve Paul Signac, Pissarro'nun son sergisine katılmaya davet edildiler. Onlar, bilimsel bir yaklaşıma sahip olduğunu iddia eden Neo-empresyonizm olarak adlandırılan yeni bir hareketin liderleriydi.
"1888 kışında, Seurat, Paris'te dikkati çekmeye başladığında ve Cezanne, Aix'te, herkesten uzak çalışırken, hevesli genç bir Hollandalı, Güney'in yoğun ışığını ve renklerini bulmak için Paris'ten ayrılıp, güney Fransa'ya doğru yola çıktı." (Gombrich, Sanatın Öyküsü). Bu kişi tabii ki Van Gogh'tu. Van Gogh ile ilgili detaylı bilgileri Amsterdam 2.gün: Van Gogh Müzesi yazımda bulabilirsiniz. "Van Gogh, hem Empresyonizmin hem de Seurat'nın Noktacılığının öğretilerini özümsemişti. Saf renkleri nokta ve düz fırça vuruşlarıyla kullanma tekniğini seviyordu, ama bu teknik onun ellerinde, Parisli sanatçıların yapmak istediğinden çok değişik bir şey olup çıkıvermişti. Van Gogh, her fırça vuruşunu, yalnızca rengi parçalamak için değil, kendi coşkusunu dile getirmek için de kullanıyordu...
Van Gogh, öylesine yaratıcı bir çılgınlığın içine girmişti ki, yalnızca parlak güneşi değil, hiç kimsenin dikkati çekecek değerde bulmadığı huzur dolu, sıradan şeyleri de resimledi. Arles'teki küçük odasının resimlerini yaptı. Bu resim hakkında kardeşine yazdıkları, onun amaçlarını çok güzel açıklamaktadır: Aklıma yeni bir düşünce geldi. İşte onun taslağı... Bu kez söz konusu sadece yatak odam, rengin her şey kabul edildiği, ve sadeliği kadar nesnelerin de tarzları bakımından yüceldiği bu resim insanda dinlenme ve daha da ötesi uyuma isteği doğuruyor. Tek sözcükle, resme baktığında beynin ve imgelemin dinlenecek. Duvarlar solgun menekşe rengi. Zemin kiremit. Yatağın ve iskemlelerin ahşabı taze tereyağı renginde. Yastıklar ve çarşaf yeşilimsi limon rengi. Battaniye kırmızı. Küçük masa portakal rengi, üzerindeki leğen ise mavi. Kapılar leylak rengi. Hepsi bu, kepenkleri kapalı olan bu odada başka bir şey yok. Mobilyaların çizgileri de salt dinlenceyi vurgulamalı. Tablolardan iskemlelere kadar her birinin kendine özgü bir karakteri var. Örneğin yatağın sağlam yapısı dayanıklılığı ve huzuru yansıtmakta. Duvarda asılı portreler, ayna, havlu ve birkaç elbise. Çerçeveye gelince, resimde hiç beyaz olmadığına göre, beyaz olmalı. Yakalaması zor olan huzura meydan okumak uğruna bunları yapmalıydım. Konu üstüne daha da çalışacağım, ama kavramın ne denli basit olduğunu görüyorsun. Gölgeleri de yok ettim, resim adeta bir Japon baskılarına dönüştü." (Gombrich, Sanatın Öyküsü). Van Gogh bu sahneyi üç kez resmetmiş. İlkini 1888 yılında yapmış. Bu tabloyu Amsterdam'da görmüştük. 1889 yılının Eylül ayında ise eserin aynı boyutlarda ikinci bir versiyonunu yapmış. Bu eser ise Şikago Sanat Enstitüsü'deki Helen Birch Bartlett Anıt Koleksiyonu'nda yer alıyormuş. Son olarak, 1889 yılı Eylül ayında ailesine göndermek üzere tablonun üçüncü versiyonu yapmış. İşte diğerlerine göre daha küçük boyutlardaki bu tablo Orsay müzesinde sergileniyor. 
Orsay müzesinde sadece resim sanatı yok, heykel sanatından da birçok güzel örnek var. Yanda gördüğünüz, Fransız heykeltıraş Paul Cabet'in 1871 isimli eseri. Heykel o kadar canlı duruyordu ki Arda, bunun taştan yapılmış bir eser olduğuna inanamadı. Kadının üzerinde gerçekten bir örtü varmış gibi görünüyordu. İnanmak için heykele dokunmak mecburiyetinde hissetti kendini. 

Müzede, Gustave Courbet'in de birçok eseri sergileniyordu. Bu eserler arasında en çok ilgi çeken "L'Origine du monde" (Dünyanın Kökeni) eseri elbette ki. Celil Sadık'tan Sanat Tarihi dersi aldığımızda bu eserle bitirmişti dersi, biraz garip olmuştu. Eserin, Osmanlı diplomatı Halil Şerif Paşa'nın özel koleksiyonu için yapıldığını duymak da ayrı bir şaşırma konusu.

Kişisel olarak, Orsay müzesini Louvre'dan daha çok sevdim. Paris'te mutlaka uğramanız gereken bir müze. İyi gezmeler...









Hiç yorum yok:

Yorum Gönder