13 Aralık 2010 Pazartesi
Linderhof Palace
Linderhof Palace Ludwig'in yaptırdığı şatolardan bir diğeri. Üç şato arasında en küçüğü ve tamamlandığını görebildiği tek şato. Bu şato da Neuschwanstein gibi Alplerde yer alıyor. Ludwig bu şatoya da bir mağara yaptırmış. Venüs Mağarası'nın içinde altın işlemeli teknesiyle gezmekten çok hoşlanıyormuş anlaşılan (http://en.wikipedia.org/wiki/File:Linderhof-14.jpg). Mağarasının İtalya Capri adasındaki Mavi Mağara'ya (http://en.wikipedia.org/wiki/Blue_Grotto_(Capri)) benzemesini istemiş. Bu sebeple Venüs Mağarası'na 24 adet dinamo yerleştirilmiş.
6 Aralık 2010 Pazartesi
Königsschloss Neuschwanstein
II. Ludwig'in doğduğu Nymphenburg Palace'ı daha önce anlatmıştım (http://two-turtles-ontheway.blogspot.com/2010/11/nymphenburg-palace.html). Neuschwanstein II. Ludwig'in Alpler'de yaptırdığı bir şato. Şatonun ismi Türkçe'ye "Yeni Kuğu Taşı Şatosu" olarak çevrilebilir. Bir şato için oldukça ilginç bir isim. II. Ludwig'in kuğulara karşı bir ilgisi varmış. Bu sebeple şatosuna böyle bir isim vermiş olabilir.
Saray, Uyuyan Güzel masalı için ilham kaynağı olmuş. II. Ludwig üç büyük şato yaptırmış. Ne mutlu bize ki bu üç şatoyu da görme fırsatı bulduk. Daha sonra anlatacağım iki şato: Linderhof Palace ve Herrenchiemsee. Ludwig bu şatoları yaptırmak için hem kendi servetini hem de devletin milletin servetini harcamış :))
Neuschwanstein Şatosu 1869-1886 yılları arasında inşa edilmiştir.
Yandaki fotoğrafta "Saengersaal", yani Şarkıcılar Salonu görülmekte. Bu salondaki ilk performans 1933 yılında Richard Wagner'in 50.ölüm yıldönümü anısına gerçekleştirilmiş.
Bu fotoğraf Çalışma Odası'na ait.
Bu fotoğraf ise Giyinme Odası'na ait.
Alpler ve Neuschwanstein kalesi...
Burası da Oturma Odası...
Yatak Odası...
Antre (giriş).
İşte meşhur Ludwig II. Orjinalinde şato 200 odalı tasarlanmış fakat bütçe sıkıntıları nedeniyle ancak 15 odası tamamlanabilmiş. Dışarıdan fantastik görünen bu şatonun içini o kadar da beğenmedim açıkçası. Biraz fazla abartılı geldi herşey. Bilmiyorum siz ne düşünürsünüz...
Ludwig II 1845-1886 yılları arasında yaşamış...
Burası da şatonun mağarası :))
Görüşmek üzere...
Saray, Uyuyan Güzel masalı için ilham kaynağı olmuş. II. Ludwig üç büyük şato yaptırmış. Ne mutlu bize ki bu üç şatoyu da görme fırsatı bulduk. Daha sonra anlatacağım iki şato: Linderhof Palace ve Herrenchiemsee. Ludwig bu şatoları yaptırmak için hem kendi servetini hem de devletin milletin servetini harcamış :))
Zaten en sonunda iflasın eşiğine gelmiş, deli raporu verilerek tahttan indirilmiş ve esrarengiz bir şekilde ölmüş. Köprünün fotoğrafını şatodan çektim. Şatonun fotoğrafını ise köprüden :)) Gerçekten görülmesi gereken masallardaki gibi bir şato. Aşağıdaki fotoğraflarda şatonun kartpostallardaki fotoğraflarını da görebilirsiniz. Yandaki fotoğrafta görülen yer "Thronsaal", yani Taht Odası.
Neuschwanstein Şatosu 1869-1886 yılları arasında inşa edilmiştir.
Yandaki fotoğrafta "Saengersaal", yani Şarkıcılar Salonu görülmekte. Bu salondaki ilk performans 1933 yılında Richard Wagner'in 50.ölüm yıldönümü anısına gerçekleştirilmiş.
Bu fotoğraf Çalışma Odası'na ait.
Bu fotoğraf ise Giyinme Odası'na ait.
Alpler ve Neuschwanstein kalesi...
Burası da Oturma Odası...
Yatak Odası...
Antre (giriş).
İşte meşhur Ludwig II. Orjinalinde şato 200 odalı tasarlanmış fakat bütçe sıkıntıları nedeniyle ancak 15 odası tamamlanabilmiş. Dışarıdan fantastik görünen bu şatonun içini o kadar da beğenmedim açıkçası. Biraz fazla abartılı geldi herşey. Bilmiyorum siz ne düşünürsünüz...
Ludwig II 1845-1886 yılları arasında yaşamış...
Burası da şatonun mağarası :))
Görüşmek üzere...
5 Aralık 2010 Pazar
Dachau: ARBEIT MACHT FREI
Münih'te bulunduğumuz süre içerisinde bir toplama kampını gezme fırsatımız oldu. Orada gördüklerim ve duyduklarım Hollywood filmlerinden aşina olduğumuz şeylerdi. Gerçekten insanlık dışı olaylar... İşin garibi adamlar toplama kamplarını turizme kazandırmışlar ve burdan para kazanıyorlar. Bu kampı bir rehber eşliğinde gezmeniz mümkün...
28 Kasım 2010 Pazar
Brauerie
Münih deyince akla ilk gelen şeylerden biri Oktoberfest sanırım. Münih'e gidip de bol bol bira içmeden gelmek olmaz. Biz de öyle yaptık tabi. Ayrıca kurs bizim için bir organizasyon düzenledi ve bizi bir bira fabrikasına götürdü. Fotoğrafta gördüğünüz yer biraların mayalandığı kazanların olduğu bölüm. Fabrikada istediğimiz kadar bira içmemize izin verdiler. Daha doğrusu bize sınırsız bira ikram ettiler. Öğle yemeği yemeden çıkmıştık ve aç karnına bolca bira içtik, tabiiki herkes sarhoş oldu :) Dönmek için tren istasyonuna kadar yürümemiz gerekiyordu. Bir grup insan sallana sallana tren istasyonuna kadar yürüdük. Ama asıl komik olan tren istasyonuna vardığımızda yaşadıklarımızdı. Çok fazla bira içiğimiz için herkesin tuvaleti gelmişti. Tren istasyonuna yürümek de vakit aldığı için herkes sıkışmıştı. Tuvaletleri kapmak için baya bi itiş kaçış oldu.
Bira fabrikası innerraum'un yani şehir merkezinin dışında kaldığı için ekstra bilet almamız gerekti. Bazı uyanıklar bilet almak yerine iki durak boyunca yani tren şehir merkezine girene kadar biletçilerden kaçmayı tercih ettiler ve başarılı da oldular :))
Almanya'da herhangi bir bara gittiğinizde elinize bir bira menüsü veriyorlar: dunkles bier, weiss bier...Birsürü bira çeşidi var. Normalde çok bira seven bir insan değilim. Ama Münih'te dunkles bier ile tanıştım, dark bira yani. Artık Efes'in dark birasını içiyorum ve çok hoşuma gidiyor. Bir de dark brown var, benim gibi hem kahve hem de dark bira sevenler için müthiş.
Bira fabrikası innerraum'un yani şehir merkezinin dışında kaldığı için ekstra bilet almamız gerekti. Bazı uyanıklar bilet almak yerine iki durak boyunca yani tren şehir merkezine girene kadar biletçilerden kaçmayı tercih ettiler ve başarılı da oldular :))
Almanya'da herhangi bir bara gittiğinizde elinize bir bira menüsü veriyorlar: dunkles bier, weiss bier...Birsürü bira çeşidi var. Normalde çok bira seven bir insan değilim. Ama Münih'te dunkles bier ile tanıştım, dark bira yani. Artık Efes'in dark birasını içiyorum ve çok hoşuma gidiyor. Bir de dark brown var, benim gibi hem kahve hem de dark bira sevenler için müthiş.
21 Kasım 2010 Pazar
Nymphenburg Palace
Nymphenburg Palace, Bavarya'nın ünlü kralı II. Ludwig'in doğduğu saray. Burası şehrin içinde sayılır. Bana pek sıcak gelmese de güzel bir saray. Daha detaylı bilgi için: http://en.wikipedia.org/wiki/Nymphenburg_Palace
20 Kasım 2010 Cumartesi
Englischer Garten
Münih'teki gezintimize Englischer Garten ile devam ediyoruz. Münih'te bir ay kaldığım için bu şehri çok detaylı gezme fırsatı buldum. Englischer Garten bir İngiliz tarafından tasarlandığı için bu ismi almış. Şehrin içinde, şehirle birlikte uzanan çok büyük bir alan. Innerraum'da yani şehir merkezinde nereye giderseniz gidin bir şekilde kendinizi bu bahçenin içinde bulmak mümkün. Wikipedia'da okuduğuma göre New York'taki Central Park'tan daha büyükmüş. Yandaki fotoğrafta görünen yer, Çin Kulesi. Kulenin üstündeki beyaz gömlekli adam çalan orkestranın şefi. Almanlar bira içerken canlı müzik dinlemekten hoşlanıyorlar sanırım, çünkü birahanelerin çoğunda bu tarz orkestralar vardı.
İngiliz bahçesinde güneşli günlerin keyfini çıkartıyorlar Münihliler. Ağustos ayı boyunca çok fazla güneşli gün görmesek de biz de güneşli günlerin keyfini Englischer Garten'da çıkartmaya çalıştık. Bu parkta insanların çıplak güneşlendiklerine dair birşeyler duymuştuk. Birgün bu merakın peşine düştük ve parkta gezinmeye başladık. İlk başta çimlerin üzerinde güneşlenen insanlar gördük, sonra üstsüz güneşlenenleri gördük. Amaan ne var canım bunda diyip parktan çıkmaya hazırlanırken asıl kültür şokunu yaşadık. Çırılçıplak bir adam frizbi oynuyordu. Adama sadece çıplak olduğunu anlayana kadar bakabildim sanırım. Bir daha kafamı o tarafa çeviremedim. Söylentiler doğruymuş diyerek parkı terk ettik...
İngiliz bahçesinde güneşli günlerin keyfini çıkartıyorlar Münihliler. Ağustos ayı boyunca çok fazla güneşli gün görmesek de biz de güneşli günlerin keyfini Englischer Garten'da çıkartmaya çalıştık. Bu parkta insanların çıplak güneşlendiklerine dair birşeyler duymuştuk. Birgün bu merakın peşine düştük ve parkta gezinmeye başladık. İlk başta çimlerin üzerinde güneşlenen insanlar gördük, sonra üstsüz güneşlenenleri gördük. Amaan ne var canım bunda diyip parktan çıkmaya hazırlanırken asıl kültür şokunu yaşadık. Çırılçıplak bir adam frizbi oynuyordu. Adama sadece çıplak olduğunu anlayana kadar bakabildim sanırım. Bir daha kafamı o tarafa çeviremedim. Söylentiler doğruymuş diyerek parkı terk ettik...
14 Kasım 2010 Pazar
Sommerschule München 2005
Bissürü ülkeden bissürü insan 2005 yılında Münih'te Almanca öğrenmek için biraraya geldi. İşte bizim kursun fotoğrafı :)) Beni bulabildiniz mi? :P En arka sırada, üçüncü kafa benim :)) Aslına bakarsanız Münih'te Almanlarla pek muhattap olmadık. Çünkü genelde kendi aramızda takılıyorduk ve aramızda Alman yoktu haliyle... Münih'teki insanlarla muhabbet ederken genelde İngilizce konuşuyorduk. Zaten herkes İngilizce biliyor.
Genelde sohbete Almanca başlayıp İngilizceyle bitiriyorduk. Çünkü Almancamız (özellikle benimki :P) muhabbet edecek kadar iyi değildi. Gerçi seviye belirleme testi yapıldığında 7.sınıfa girdim. Hiç Almanca bilmeyenlerin 1.sınıfta olduğu düşünülürse, oldukça başarılı sayılırım :P Yandaki fotoğrafta görülen mekan: Menza. Öğlenleri yemek yediğimiz yer, okulun yemekhanesi. Kurs organizasyonu yapanlar bize Menza'da yemek yiyebileceğimizi söylediler. İlk gün akşam yemek yemek için Menza'yı aradık. Bulduğumuzda kapalı olduğunu fark ettik. Meğersem sadece öğlenleri yemek veriyorlarmış... Tabiki en yakındaki Mc. Donalds'a gittik :))
Zaten Menza'nın yemekleri o kadar kötüydü ki, Almanya'da hep aç kaldık. Yemekler sadece Menza'da değil, genelde hep kötüydü...Yandaki fotoğrafta bize Sangria hazırlayan İspanyol arkadaşı görüyorsunuz. Aramızda para toplayıp bir gece "Sangria Party" yapmıştık. Oldukça güzeldi :)) Aslında biz de Türk gecesi yapıp rakı içirelim millete dedik ama pek organize olamadık...
Genelde sohbete Almanca başlayıp İngilizceyle bitiriyorduk. Çünkü Almancamız (özellikle benimki :P) muhabbet edecek kadar iyi değildi. Gerçi seviye belirleme testi yapıldığında 7.sınıfa girdim. Hiç Almanca bilmeyenlerin 1.sınıfta olduğu düşünülürse, oldukça başarılı sayılırım :P Yandaki fotoğrafta görülen mekan: Menza. Öğlenleri yemek yediğimiz yer, okulun yemekhanesi. Kurs organizasyonu yapanlar bize Menza'da yemek yiyebileceğimizi söylediler. İlk gün akşam yemek yemek için Menza'yı aradık. Bulduğumuzda kapalı olduğunu fark ettik. Meğersem sadece öğlenleri yemek veriyorlarmış... Tabiki en yakındaki Mc. Donalds'a gittik :))
Zaten Menza'nın yemekleri o kadar kötüydü ki, Almanya'da hep aç kaldık. Yemekler sadece Menza'da değil, genelde hep kötüydü...Yandaki fotoğrafta bize Sangria hazırlayan İspanyol arkadaşı görüyorsunuz. Aramızda para toplayıp bir gece "Sangria Party" yapmıştık. Oldukça güzeldi :)) Aslında biz de Türk gecesi yapıp rakı içirelim millete dedik ama pek organize olamadık...
13 Kasım 2010 Cumartesi
Münih: Müzeler
Bir sonraki yazımda Münih'teki müzelerden bahsedeceğimi söylemiştim. Yanda görünen mekan, BMW müzesi. Müze Olympiapark içinde yer alıyor. Zaten BMW fabrikası Olympiapark'ın hemen karşısında. Orada bulunduğumuz süre içinde bol bol BMW görme imkanı bulduk. Ayrıca önünde bi dolu Mini Cooper olan bir mağazanın önünden geçtik. Her neyse, BMW müzesi oldukça güzel. Bu müzede 50lerden günümüze bir çok BMW serisini birarada görmek mümkün. Ayrıca bir hidrojen arabası koymuşlar. Hidrojen arabası olduğunu nerden anladın derseniz üzerine kocaman yazmışlar :P Dış görünüş olarak normal bi arabadan farkı yoktu...
Münih'te müzeleri tarihlere göre ayırmışlar: Alte Pinakothek, Neue Pinakothek ve Pinakothek der Moderne. Yandaki fotoğaraf Alte Pinakothek biletinin arkasında yer alıyordu. Sizin için scan ettim :)) Eski resim müzesinde daha çok yandaki fotoğrafta görüldüğü gibi gotik, rönesans, barok, klasik, romantik dönemlerine ait eserler bulunmaktaydı.
Yeni resim müzesinde ise daha çok çağdaş döneme ait eserler bulunmakta (sol taraftaki fotoğraf). Modern resim müzesinde ise günümüzün saçma sapan şeylerini sanat diye önümüze koydukları eserler bulunmakta (sağ taraftaki fotoğraf). Çok mu ağır oldu bilmiyorum ama saçma sapan şeyleri önümüze sanat diye sunmaları hoşuma gitmiyor. Hiçbir emek sarfedilmeden ortaya çıkarılan ne olduğu anlaşılmayan eserler bunlar. Eser demek bile haksızlık olur...
Ama Münih'te öyle bir müze var ki, bütün gün gezseniz bitiremezsiniz: Deutsches Museum. Bu müzenin 55 salonunda, 55000 metrekarelik bir alanda bilim ve teknolojinin gelişimini yaşayabilirsiniz. Ne kadar geniş kapsamlı bir müze olduğunu hayal edebilmeniz için salonlarından bazılarının isimlerini sıralayım: Petrol ve Doğalgaz, Metal, Kaynak ve Lehim, Malzme Testleri, Takım Tezgahları, İçten Yanmalı Motorlar, Arabalar ve Bisikletler, Demiryolları, Havacılık, Tünel, Köprü ve Hidrolik İnşaatı, Fizik, Müzik Entürmanları, Kimya, Eczacılık, Seramik, Cam Tekniği, Uzay, Tekstil, Dünya, Astronomi, Jeoloji, Bilgisayar Bilimi, Telekominikasyon, vs. Yandaki fotoğafta ilk dizel motorunu görebilirsiniz. 1897 yılında Rudolf Diesel tarafından tamamlanan motor, sizin de gördüğünüz gibi tek silindirli.
Yan tarafta bir uçak kesiti görebilirsiniz. Müzede yaratıcılıktan kesinlikle kaçınmamışlar. Paradan da kaçınmamışlar tabi. Bu müzeyi saat 4'ten sonra bedava gezmek mümkün. Öğrenciyseniz 3 euro, değilse 7.5 euro. Tabi bunlar 2005 tarifesi. Ama parası ne kadar olursa olsun bu müzeyi uzun uzun gezmenizi öneririm. Bir günde gezmeye pek uğraşmayın, hiç bişey anlamazsınız. Müze 4 katlı, hergün bir katını gezebilirsiniz :)) Böylece daha sakin kafayla gezmiş olursunuz.
Kendi gezdiğimiz müzeler haricinde katıldığımız kurs da bizi çeşitli resim sergilerine götürdü. İşte bu fotoğrafta görülenler benim sınıf arkadaşlarım. Hep birlikte sanatsal aktivitelere katılıyoruz, resimleri yorumlamaya çalışıyoruz...
Bir sonraki yazımda size biraz kurstan ve kurs arkadaşlarımdan bahsedeceğim...
7 Kasım 2010 Pazar
Olympiapark
Olympiapark, 1972 olimpiyatlarına ev sahipliği yapmak için oluşturulmuş bir yer. Münih'te heryere olduğu gibi buraya da metroyla ulaşmak mümkün. Bu alan içinde birsürü kompleksi barındırıyor. İçinde çok hoş yapay bir göl bulunuyor. Etraf ağaçlık ve yemyeşil. İnsan huzur buluyor. Eğer aradığınız şey eğlence ise yine Olympiapark'ta bulabilirsiniz. Orada bulunduğumuz süre içinde Olympiapark'ın içine bir lunapark kurmuşlardı. Özellikle akşamları burda çok güzel vakitler geçirdik. Fotoğrafta görünen kule, Olympiapark kulesi, başka bir ismi ise televizyon kulesi. Çünkü olimpiyatlar sırasında televizyonlar müsabakaları buradan yayınlamışlar.
Yukarıya çıktığınızda bütün park ayaklarınızın altında kalıyor. Kulenin içindeki asansör yardımıyla 7 m/s hızla 190 m yüksekliğindeki gözetleme platformuna ulaşmak mümkün. Yandaki biletten de anlaşıldığı üzere 2005'teki kuleye çıkış fiyatı 4 euro imiş. Yukarı çıkmanızı tavsiye ederim çünkü manzara gerçekten görülmeye değer. Yukarıda küçük bir rock and roll müzesi var. Aynı zamanda şipşak fotoğraf çeken bir makinaya para atarak üzerinde fotoğrafınızın olduğu kendi damganızı yaratmak da mümkün.
Yukarıya çıktığınızda bütün park ayaklarınızın altında kalıyor. Kulenin içindeki asansör yardımıyla 7 m/s hızla 190 m yüksekliğindeki gözetleme platformuna ulaşmak mümkün. Yandaki biletten de anlaşıldığı üzere 2005'teki kuleye çıkış fiyatı 4 euro imiş. Yukarı çıkmanızı tavsiye ederim çünkü manzara gerçekten görülmeye değer. Yukarıda küçük bir rock and roll müzesi var. Aynı zamanda şipşak fotoğraf çeken bir makinaya para atarak üzerinde fotoğrafınızın olduğu kendi damganızı yaratmak da mümkün.
Olympiapark'ta büyük bir stad mevcut. Yerleştikten bir kaç gün sonra stadta U2 konseri vardı. Biletler tabi aylar öncesinden bitmişti ve çok da pahalıydı. Bilet olsa da ona verecek paramız yoktu yani. Ama biz gene de yancı olarak konsere gittik. Stadın dışından dinledik U2'yu. Renkli ekranlardan izledik. Kaldığımız baraka olimpiyat köyünün içinde olduğu için zaten biz gitmesek de müzik sesi bizim barakaya kadar geliyordu. Çok şirin iki katlı küçük bir barakada kaldık. Arkadaşım alt kattaki yatağı seçti, ben de üst kattakini. Üst kattaki yatak aynı zamanda alt katın yarısının tavanı vazifesini görüyordu. O kadar güzel bir tasarım yapmışlar ki, küçücük yeri oldukça işlevsel bir mekan haline çevirmişler.
Yandaki resimde Olympiapark'a ait açık tenis kortları ve olimpiyat köyü görülüyor. Bu bloklar sporcular ve müsabakaları izlemeye gelen seyirciler için inşa edilmiş. Şimdi ise öğrencilerin tercih ettiği konutlar haline gelmiş. Çünkü konutların nerdeyse hepsi stüdyo tarzında kullanışlı ve küçük mekanlar. Bu fotoğrafı televizyon kulesinden çekmiştim. Olympiapark içinde oturduğumuz için akşamları canımız hiç sıkılmıyordu. Dil kursu, öğrencilerin çoğuna bu bölgede konut ayarlamıştı.
Daha çok Romenlerle arkadaşlık ediyorduk. Kültürümüz en çok onlarla uyuşuyordu çünkü. Özellikle İngilizlerle ve kuzey Avrupa ülkelerinden gelen kursiyerlerle pek anlaşabildiğimizi söyleyemeyeceğim. Ha bir de Fransızları pek sevmemiştim :)) Yandaki fotoğrafta kaldığımız barakalar daha yakından görünüyor. Görüldüğü gibi hava genellikle kapalı, yağmurlu ve serindi. Üstelik Ağustos ayıydı...Biz pek tedarikli gitmediğimiz için ordan alışveriş yapmak zorunda kaldık. Kalın kıyafetler aldık. Güneş çıktığı zamanlarda İngilizler çok komik oluyordu. Bir gün bir kafede otururken güneş yüzünü gösterdi ve etrafımızdaki İngilizler çantalarından güneş kremlerini çıkartarak sürmeye başladılar. Bize çok komik geldi :))
İşte burası bizim sokak, yanımdaki de Münih'te tanıma fırsatı bulduğum bölümden arkadaşım. Münih'te bana komik gelen başka birşey ise alışveriş yerlerinin sadece mesai saatleri içinde açık olması...Oturduğumuz yerdeki marketten alışveriş yapmak hiç nasip olmadı çünkü hep akşam geliyorduk eve ve o saatte hep kapalı oluyordu. Hafta içi bir gün bayram gibi birşey dolayısıyla tatildi, kurs da yoktu. Yakınlardaki bir alışveriş merkezine gittik ama kapı duvar. İnanamadık, kapıları zorladık ama nafile...Bizde tatil olsa alışveriş merkezinde araba park etcek yer bulamazsınız...
Yandaki resimde Olympiapark'a ait açık tenis kortları ve olimpiyat köyü görülüyor. Bu bloklar sporcular ve müsabakaları izlemeye gelen seyirciler için inşa edilmiş. Şimdi ise öğrencilerin tercih ettiği konutlar haline gelmiş. Çünkü konutların nerdeyse hepsi stüdyo tarzında kullanışlı ve küçük mekanlar. Bu fotoğrafı televizyon kulesinden çekmiştim. Olympiapark içinde oturduğumuz için akşamları canımız hiç sıkılmıyordu. Dil kursu, öğrencilerin çoğuna bu bölgede konut ayarlamıştı.
Daha çok Romenlerle arkadaşlık ediyorduk. Kültürümüz en çok onlarla uyuşuyordu çünkü. Özellikle İngilizlerle ve kuzey Avrupa ülkelerinden gelen kursiyerlerle pek anlaşabildiğimizi söyleyemeyeceğim. Ha bir de Fransızları pek sevmemiştim :)) Yandaki fotoğrafta kaldığımız barakalar daha yakından görünüyor. Görüldüğü gibi hava genellikle kapalı, yağmurlu ve serindi. Üstelik Ağustos ayıydı...Biz pek tedarikli gitmediğimiz için ordan alışveriş yapmak zorunda kaldık. Kalın kıyafetler aldık. Güneş çıktığı zamanlarda İngilizler çok komik oluyordu. Bir gün bir kafede otururken güneş yüzünü gösterdi ve etrafımızdaki İngilizler çantalarından güneş kremlerini çıkartarak sürmeye başladılar. Bize çok komik geldi :))
İşte burası bizim sokak, yanımdaki de Münih'te tanıma fırsatı bulduğum bölümden arkadaşım. Münih'te bana komik gelen başka birşey ise alışveriş yerlerinin sadece mesai saatleri içinde açık olması...Oturduğumuz yerdeki marketten alışveriş yapmak hiç nasip olmadı çünkü hep akşam geliyorduk eve ve o saatte hep kapalı oluyordu. Hafta içi bir gün bayram gibi birşey dolayısıyla tatildi, kurs da yoktu. Yakınlardaki bir alışveriş merkezine gittik ama kapı duvar. İnanamadık, kapıları zorladık ama nafile...Bizde tatil olsa alışveriş merkezinde araba park etcek yer bulamazsınız...
O gün ekmek alacak bir yer bile bulamadık. Biz de pasta aldık :)) Hakketten ekmek bulamazlarsa pasta yesinler olayına döndü bizimkisi :))
Olimpiyat köyünün karşısında BMW fabrikası ve müzesi var. BMW müzesi ve Münih'teki diğer müzelerle ilgili bilgileri de bir sonraki yazımda bulabilirsiniz :)) Görüşmek üzere...
Marienplatz
Münih'e gittiğiniz zaman edinmeniz gereken ilk şey bir metro kartı. Çünkü kent geniş bir metro ağıyla örülmüş. Metro'yu kullanabilmek için ayrıca bir metro haritanızın da olması gerekiyor. Zira Ankara'daki gibi iki hat yok, çok çok daha fazlası var ve metro ile seyahat ederken kaybolmamak içten değil. Yan tarafta görünen "Grüne Karte" Münih'e gittiğimizde temin ettiğimiz metro kartı. Bir aylık süre içinde "Innenraum"da istediğimiz gibi seyahat edebilme imkanı sağladı bize bu kart. Daha önce söylediğim gibi metro ağı o kadar gelişmiş ki şehir içi ve dışı olarak ikiye ayırmışlar. Daha doğrusu şehir merkezi ve banliyö olarak. Bu konuyla ilgili bir hikayem var ama onu daha sonraya saklıyorum :)
Metro kartı temin edikten sonra gidilmesi gereken ilk yer Marienplatz. Şehrin kalbi bu meydanda atıyor diyebiliriz. Zaten bütün metro hatları "Marienplatz" durağında kesişiyor. Hangi hatta binerseniz binin mutlaka bu meydandan geçecektir. Bu meydanın kalbinde fotoğrafta görünen görkemli Belediye Binası yer alıyor. Belediye Binası üzerindeki figürler sabah 11'de ve gece 12'de hareket ediyor. Aslında pek bi espirisi de yok bu eğlencenin. Bende bu müzikli hareketin çekilmiş bir videosu var fakat buraya koymaya bile değmez. Fotoğrafta arkada görünen iki kule "Frauenkirche"ye ait. Açıkçası Kiev'deki kliseleri gördükten sonra bu klisenin içi beni pek etkilemedi. Ama dış görünüşü, özellikle ikiz kuleleri, oldukça heybetli. Meydanın fotoğrafın çekildiği tarafında ünlü oyuncak müzesi var. Valla çok övdüler diye gittik ama benim pek ilgimi çekmedi. Belki de oyuncaklara pek ilgim olmadığı içindir.
Bir sonraki yazımda size Münih'te kaldığımız yerden biraz söz edeceğim...
31 Ekim 2010 Pazar
Münih
Münih'e gitme sebebim hem Almanca öğrenmek hem de değişik bir maceraya atılmaktı. Bölümden bi arkadaşım Almanca öğrenmek için yazın bir aylığına Münih'e gitmek istediğini ve yanına bir arkadaş aradığını söylediğinde hemen atladım. Hiç düşünmeden kabul ettim. Tabiiki canım annemin finansal desteği sayesinde bir ayımı Münih'te geçirdim. Haftaiçi öğlene kadar ders oluyordu, öğleden sonra ise şehri gezmek için bol bol vakit... Haftasonu okulun düzenlediği geziler vardı. Bu sefer seyahat detaylarını ayarlamak bana düşmüştü. Bir önceki yurtdışı seyahatimde nerdeyse bütün işlemleri saolsun yengem halletmişti. Ama şimdi iş başa düşmüştü :)) Bilet ve seyahat sigortası işlerini Kızılay'da tesadüfen girdiğimiz herhangi bir acentadan hallettik. Daha sonraki seyahatlerimde tabi artık işin kurdu olduğum için seyahat acentasına bile gitmeden her işimi kendim halletmeye başladım. Ama Münih'te geçirdiğim yazın özgüven kazanmamda büyük bir faydası oldu.
30 Ekim 2010 Cumartesi
Kiev-son
Selam,
Bu Kiev'le ilgili son yazım. Yandaki resimde "The Gate Church of Trinity"i görüyorsunuz. Bu klise 12.yy'da yapılmış ve "The Kyiv-Pechersk Lavra"nın girişinde bulunuyor. "The Kyiv-Pechersk Lavra" aynı zamanda "Kiev'in Mağaralar Manastırı" olarak da biliniyor. Bu manastır eski bir Ortadoks Hristiyan manastırı ve Unesco Dünya Mirası listesinde bulunuyor. Bu manastırın en ilgi çeken yanı mumyaları :) Manastırın altında birsürü mağara var ve bu daracık mağaraların içinde birsürü mumya görmek mümkün. Bu manastırda yaşamış azizler mumyalanarak tabutlara konulmuş. Mumyaların üstlerinde örtüler var fakat ellerini görmek mümkün. Daracık mağaralar içinde mum ışığında mumyalar arasında dolaşmak gerçekten de ürkütücü ama güzel bir deneyim. Tavsiye ederim yani :))
Yandaki resimde gördüğünüz yer St. Andrew Klisesi. Bu klise Bartolomeo Rastrelli tarafından Barok tarzında tasarlanmış ve 1749-1762 yıllarında inşa edilmiş. Bu klisenin içi de dışı kadar güzel. Klise içindeki tasfirler görülmeye değer. Bu manastırın hemen arkasında eski şehir yerleşimi yeralmakta. Klisenin arkasından yokuş aşağıya indiğinizde küçük tezgalardan alışveriş yapabilir, Ukrayna temalı küçük ama sevimli restoranlarda karnınızı doyurabilirsiniz.
Kiev'le ilgili anlatacaklarım bu kadar. Bu yolculuğa değişik yaşam deneyimleri yaşamak için çıktım ve başarılı da oldum. İlk defa Türkiye dışında bir ülkede bulundum ve buranın kültürünü soludum. Ukrayna'da geçirdiğim 3 hafta sonunda Rusça'yı konuşamasam da anlamaya başladım. Birileri yanımda Ruşça konuştuğu zaman hala az çok neden bahsettiklerini anlayabiliyorum. Gerçi ülkenin resmi dili Ukraynaca ama yengemin söylediğine göre aralarında çok fark yokmuş. Kiev ülkenin başkenti olduğu için burda daha çok Ukraynaca konuştuklarını söyledi. Fakat Berdyansk'ta daha çok Rusça'yı tercih ettiklerini söyledi çünkü burası Rus sınırına daha yakın olduğu için bu dilin etkisinden hala kurtulamamış.
Kiev'den Berdyansk'a döndükten sonra orada bir hafta daha geçirdim. Ordan Zaporizhia'ya dönerek uçakla İstanbul'a ulaştım. Dönüş yolculuğum daha sorunsuz geçti.
Bir sonraki yazıda görüşmek üzere...
Bu Kiev'le ilgili son yazım. Yandaki resimde "The Gate Church of Trinity"i görüyorsunuz. Bu klise 12.yy'da yapılmış ve "The Kyiv-Pechersk Lavra"nın girişinde bulunuyor. "The Kyiv-Pechersk Lavra" aynı zamanda "Kiev'in Mağaralar Manastırı" olarak da biliniyor. Bu manastır eski bir Ortadoks Hristiyan manastırı ve Unesco Dünya Mirası listesinde bulunuyor. Bu manastırın en ilgi çeken yanı mumyaları :) Manastırın altında birsürü mağara var ve bu daracık mağaraların içinde birsürü mumya görmek mümkün. Bu manastırda yaşamış azizler mumyalanarak tabutlara konulmuş. Mumyaların üstlerinde örtüler var fakat ellerini görmek mümkün. Daracık mağaralar içinde mum ışığında mumyalar arasında dolaşmak gerçekten de ürkütücü ama güzel bir deneyim. Tavsiye ederim yani :))
Yandaki resimde gördüğünüz yer St. Andrew Klisesi. Bu klise Bartolomeo Rastrelli tarafından Barok tarzında tasarlanmış ve 1749-1762 yıllarında inşa edilmiş. Bu klisenin içi de dışı kadar güzel. Klise içindeki tasfirler görülmeye değer. Bu manastırın hemen arkasında eski şehir yerleşimi yeralmakta. Klisenin arkasından yokuş aşağıya indiğinizde küçük tezgalardan alışveriş yapabilir, Ukrayna temalı küçük ama sevimli restoranlarda karnınızı doyurabilirsiniz.
Kiev'le ilgili anlatacaklarım bu kadar. Bu yolculuğa değişik yaşam deneyimleri yaşamak için çıktım ve başarılı da oldum. İlk defa Türkiye dışında bir ülkede bulundum ve buranın kültürünü soludum. Ukrayna'da geçirdiğim 3 hafta sonunda Rusça'yı konuşamasam da anlamaya başladım. Birileri yanımda Ruşça konuştuğu zaman hala az çok neden bahsettiklerini anlayabiliyorum. Gerçi ülkenin resmi dili Ukraynaca ama yengemin söylediğine göre aralarında çok fark yokmuş. Kiev ülkenin başkenti olduğu için burda daha çok Ukraynaca konuştuklarını söyledi. Fakat Berdyansk'ta daha çok Rusça'yı tercih ettiklerini söyledi çünkü burası Rus sınırına daha yakın olduğu için bu dilin etkisinden hala kurtulamamış.
Kiev'den Berdyansk'a döndükten sonra orada bir hafta daha geçirdim. Ordan Zaporizhia'ya dönerek uçakla İstanbul'a ulaştım. Dönüş yolculuğum daha sorunsuz geçti.
Bir sonraki yazıda görüşmek üzere...
25 Ekim 2010 Pazartesi
Kiev-2
Nezalezhnosti Meydanı (Özgürlük Meydanı), Kiev'in ana meydanı ve Kiev'in merkezinde bulunmakta. Meydanın iki tarafında birbirine bakan anıtlar var. Fotoğrafta gördüğünüz, "Berehynia" anıtı. "Berehynia" Slava mitolojisinde geçen kadın bir tanrıça (daha detaylı bilgi için: http://en.wikipedia.org/wiki/Berehynia). Fotoğraftan ne kadar anlaşılıyor bilmiyorum ama anıt gerçekten çok yüksek. Bu anıtın bu kadar yüksek olmasına tezat, tam karşısında kısa bir St. Michael anıtı var. St. Michael şehrin tarihi koruyucusu olarak biliniyor.
Yandaki fotoğrafta gördüğünüz anıt, St. Michael anıtı. Meydana çıkan caddelerden biri Khreschatyk Caddesi. Bu cadde üzerinde lüks mağazalar ve restoranlar bulmak mümkün. Ayrıca bu cadde ile ilgili en hoşuma giden şey, haftasonları ve tatil günleri araç trafiğine kapalı olması. Ankara'da Kızılay'ın haftasonu araç trafiğine kapalı olduğunu hayal dahi edemiyorum. İnsanın cadde üzerinde elini kolunu sallayarak rahat rahat yürümesi süper bir duygu.
Kiev'le ilgili sevmediğim tek şey havanın çok geç kararması oldu. Çünkü akşam 10'da hava hala alacakaranlıktı. Orada bulunduğum süre içinde havanın karardığını görmek kısmet olmadı. Bu sebeple ilk gece uyumak konusunda biraz problem yaşadım. Hava aydınlık olduğu halde gece uykusunu uyumaya çalışmak çok tuhaf bir duygu.
Sanırım Kiev'le ilgili yazacağım bir yazı daha kaldı. Ondan sonra sizlerle Almanya'ya doğru bir yolcuğa çıkacağız...
Yandaki fotoğrafta gördüğünüz anıt, St. Michael anıtı. Meydana çıkan caddelerden biri Khreschatyk Caddesi. Bu cadde üzerinde lüks mağazalar ve restoranlar bulmak mümkün. Ayrıca bu cadde ile ilgili en hoşuma giden şey, haftasonları ve tatil günleri araç trafiğine kapalı olması. Ankara'da Kızılay'ın haftasonu araç trafiğine kapalı olduğunu hayal dahi edemiyorum. İnsanın cadde üzerinde elini kolunu sallayarak rahat rahat yürümesi süper bir duygu.
Kiev'le ilgili sevmediğim tek şey havanın çok geç kararması oldu. Çünkü akşam 10'da hava hala alacakaranlıktı. Orada bulunduğum süre içinde havanın karardığını görmek kısmet olmadı. Bu sebeple ilk gece uyumak konusunda biraz problem yaşadım. Hava aydınlık olduğu halde gece uykusunu uyumaya çalışmak çok tuhaf bir duygu.
Sanırım Kiev'le ilgili yazacağım bir yazı daha kaldı. Ondan sonra sizlerle Almanya'ya doğru bir yolcuğa çıkacağız...
23 Ekim 2010 Cumartesi
Kiev
Kiev tam bir Avrupa şehri. Kocaman yolları var, apartmanlar çok güzel çünkü şehir merkezindeki eski apartmanların caddeye bakan yüzlerini koruyup, apartmanları yenilemişler. Tarihi dokuyu bozmadan modernleşen bir şehir. Her yerde alt geçit var yayalar için. Bir süre sonra insan alıştığı için merdiven inip çıkmak zor gelmiyor. Zaten bütün alt geçitlerde yürüyen merdiven de mevcut. Ankara gibi saçma sapan üst geçitlerle görüntü kirliliği oluşturmamış belediyeciler. Zaporozhye ve Berdyansk'tan sonra burası farklı bir ülke gibi geliyor. Zaporozhye hava kirliliği olan, yolları bol çukurlu bir sanayi şehri, Berdyansk ise orta çaplı bir sahil kasabası. Kiev'i gördükten sonra Ukrayna ile ilgili düşüncelerimi yenilemem gerekti.
Kiev'de metrolar çok çok çok derinden gidiyor. Yürüyen merdivenler çok dik olmasına rağmen yukardan bindiğinizde ineceğiniz yeri göremiyorsunuz. O kadar uzun bir süre aşağıya doğru iniyorsunuz yani. Ayrıca yürüyen merdivenler bizim burdakilerden daha hızlı iniyor aşağıya, yoksa metroya ulaşmak çook uzun zaman alabilir.
Berdyansk'tan trene binerek Kiev'e ulaşmak mümkün. Ama yol çok uzun olduğu için bütün akşamı ve geceyi trende geçirmek zorundasınız. Bindiğimiz tren yataklıydı o yüzden yolculuk çok yormadı. Trenden iner inmez turist otobüsleriyle bir saatlik bir şehir turu yaptık. Böylece gezeceğimiz yerlerle ilgili ön bilgi almış olduk.
Fotoğrafta görülen yer "St. Michael's Cathedral of Golden Domes". 12. yüzyılda yapılmasına rağmen, Sovyet yetkilileri tarafından 1930'larda yıkıldığı için, Ukrayna bağımsızlığını kazandıktan sonra 2000 yılında yeniden inşa edilmiş (daha detaylı bilgi için: http://en.wikipedia.org/wiki/St._Michael's_Golden-Domed_Monastery)
Buarada fotoğrafta benimle poz veren güzeller güzeli bayan, yengem.
Kiev'le ilgili yazacaklar elbette bu kadar değil. Devamı bir sonraki yazıya artık...
Kiev'de metrolar çok çok çok derinden gidiyor. Yürüyen merdivenler çok dik olmasına rağmen yukardan bindiğinizde ineceğiniz yeri göremiyorsunuz. O kadar uzun bir süre aşağıya doğru iniyorsunuz yani. Ayrıca yürüyen merdivenler bizim burdakilerden daha hızlı iniyor aşağıya, yoksa metroya ulaşmak çook uzun zaman alabilir.
Berdyansk'tan trene binerek Kiev'e ulaşmak mümkün. Ama yol çok uzun olduğu için bütün akşamı ve geceyi trende geçirmek zorundasınız. Bindiğimiz tren yataklıydı o yüzden yolculuk çok yormadı. Trenden iner inmez turist otobüsleriyle bir saatlik bir şehir turu yaptık. Böylece gezeceğimiz yerlerle ilgili ön bilgi almış olduk.
Fotoğrafta görülen yer "St. Michael's Cathedral of Golden Domes". 12. yüzyılda yapılmasına rağmen, Sovyet yetkilileri tarafından 1930'larda yıkıldığı için, Ukrayna bağımsızlığını kazandıktan sonra 2000 yılında yeniden inşa edilmiş (daha detaylı bilgi için: http://en.wikipedia.org/wiki/St._Michael's_Golden-Domed_Monastery)
Buarada fotoğrafta benimle poz veren güzeller güzeli bayan, yengem.
Kiev'le ilgili yazacaklar elbette bu kadar değil. Devamı bir sonraki yazıya artık...
17 Ekim 2010 Pazar
Berdyansk
Berdyansk aslında küçük bir kasaba. Ama kasaba merkezinde bulunan liman onu büyük bir kasaba haline getirmiş. Limanın yakınlarından Azak Denizi'ne girilebiliyor. Yada arabanız varsa Berdaynsk'tan Azak Denizi'ne doğru uzanan yarımadadan denize girebilirsiniz. Yarımadanın iki kenarından da denize girilebiliyor. Böyle yerleri çok seviyorum. Önünüz deniz, arkanız yine deniz :))
Ukraynaca bilmediğim için Berdyansk'ta bulunduğum sürece katıldığım tek kültürel etkinlik baleydi. Fındıkkıran'ı ilk defa orada izledim. Ruslar gerçekten iyi balerinler yetiştiriyorlar :))
Akşamları deniz kenarında panayır gibi birşey kuruluyor. Çocuklar için atlı karınca falan var. Ha bir de tatlı patlamış mısır satıyorlar. Ben denedim ama tuzlusunu tercih ederim :) Ayrıca sahil kenarında paten kiralayan insanlardan kendinize bir paten edinerek paten yapma imkanınız da mevcut. Patenle kaymayı çok severim hele denize nazır :))
Bir sonraki yazımda Berdyansk'tan Kiev'e doğru yaptığımız yolculuğu anlatacağım. Görüşmek üzere...
Ukraynaca bilmediğim için Berdyansk'ta bulunduğum sürece katıldığım tek kültürel etkinlik baleydi. Fındıkkıran'ı ilk defa orada izledim. Ruslar gerçekten iyi balerinler yetiştiriyorlar :))
Akşamları deniz kenarında panayır gibi birşey kuruluyor. Çocuklar için atlı karınca falan var. Ha bir de tatlı patlamış mısır satıyorlar. Ben denedim ama tuzlusunu tercih ederim :) Ayrıca sahil kenarında paten kiralayan insanlardan kendinize bir paten edinerek paten yapma imkanınız da mevcut. Patenle kaymayı çok severim hele denize nazır :))
Bir sonraki yazımda Berdyansk'tan Kiev'e doğru yaptığımız yolculuğu anlatacağım. Görüşmek üzere...
15 Ekim 2010 Cuma
Zaporozhye
Merhaba,
Bu benim kendime ait ilk blogumda ilk yazım. Böyle güzel ilkleri yaşarken blogumu bir ilk ile açayım dedim :))
Bu yazıda sizlere ilk yurtdışı seyahatimi anlatacağım. İlk defa Türkiye sınırları dışına adım atmaya karar verdiğimde 19 yaşımdaydım. Bence yurtdışına çıkmak için ne geç ne de erken bir yaş sayılır. Kuzenimin Ukraynalı eşi ile birlikte Ukrayna'ya gitmeye karar verdim. Kuzenimin eşi, çocuğu ve kayınvalidesiyle birlikte geçirilecek 3 hafta :)) Herkes bana neden gitmek istediğimi sordu. Gitmek için daha güzel başka bir ülke bulamamışmıyım, orda ne yapacakmışım vs, vs. Ama 3 hafta sonunda iyiki gitmişim dedim kendi kendime. Yabancı bir ülkenin havasını solumak, oranın kültürünü ve insanlarını tanımak çok hoşuma gitti. O kadar hoşuma gitti ki her sene farklı bir ülkeye gitmek için söz verdim kendi kendime. Her ne kadar kendime verdiğim bu sözü tutmaya çalıştıysam da arada bi kaç seneyi boş geçtiğim oldu tabi :))
İlk kez yurtdışına çıktığım için çok heyecanlıydım. Annemlere el salladım ve pasaport kontrol kuyruğunda beklemeye başladım. Yengem çoktan karşı tarafa geçmişti. Önümde şimdi ismini hatırlamadığım ünlü bir manken vardı. Sıra bana geldiğinde görevliden bir azar işittim. Yurtdışı çıkış harcımı yatırmamıştım. Öyle birşeyden haberim bile yoktu. Azarı yiyince gözlerim doldu hemen. İlk denemem başarısız olmuştu. Gerisin geri annemlerin yanına döndüm. Neyseki kuzenim hemen halleti harç işini ve ikinci defa sorunsuz bir şekilde geçtim pasaport kontrolünden :))
Kuzenimin eşi çok sık gidip geldiği için hava yolu şirketi seçimini ona bıraktımıştım. O da her zaman gidip geldiği charter firmasından bize bilet almış. Firmanın adı "Motor Sich Airlines". Sanırım hala böyle bir havayolu şirketi mevcut (daha detaylı bilgi için: http://en.wikipedia.org/wiki/Motor_Sich_Airlines). Havayolu şirketinin kötü olduğunu pilotun inişe geçiyoruz demesinden 1 saat sonra hala inişe geçmemiş olmamızdan anlamıştım. 1 saat sonra indiğimizde pilot bir anons daha yaptı fakat bu sefer Ukraynaca. Herkesten "aaa" sesleri geldi. Gezi boyunca tercümanlığımı yapacak yengem ilk tercümesini yaptı: Uçak başka bir şehre inmişti... Bizi almaya gelmeleri için 4-5 saat bekledik. Bir şehirden diğerine Türkiye'den daha çok çukura sahip yollardan geçerek ulaştık. Kısa bir Zaporozhye turu attıktan sonra Berdyansk'ın yolunu tuttuk...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)