29 Haziran 2024 Cumartesi

Olden

 

Bugünkü durağımız Olden. Gemi sabah 8'de limana yanaşıyor. Hava sıcaklığı minimum 10, maksimum 14 santigrat derece. Akşam yemeği kıyafet kodu: Beyaz. Neyse ki beyaz olmasa da krem rengi bir elbisem var. Akşam 5 buçukta herkes gemide olmalı, zira saat 6'da gemi kalkıyor. Gece 23.28'de güneş batıyor, yazımın ilerleyen saatlerinde bir gün batımı fotoğrafı paylaşacağım. 



Bugün buzulların eridiğini kendi gözümüzle görüyoruz çünkü gemiden indikten sonra Briksdalsbreen buzuluna doğru yola çıkıyoruz. Yandaki fotoğrafı Wikipedia'dan aldım. Briksdalsbreen buzulunun 2003 ve 2008 yıllarındaki görünümünü gösteriyor. Şimdi alttaki fotoğrafa bakın.
Hava biraz sisli olsa da işte buzulun son hali bu. 2003'teki fotoğraftaki yere giden insan, evet, bir buzul gördüm diyebilir. Ama bizim için aynı şeyin söz konusu olduğunu söyleyemeyeceğim.
Norveç'te her kenardan bir şelale akıyor. Bir süre sonra siz de bu görüntüye alışıyorsunuz.
Bu buzulun aktığı gölün adı Oldevatnet. Neyseki dönüş yolunda sis biraz dağılıyor da bu muhteşem göl bize manzarasını gösteriyor.
Norveç'te fazla söze gerek yok, fotoğraflar zaten her şeyi anlatıyor.
Buzulu gördükten sonra, gemimiz limanda bizi bekliyor. Bu küçük kasabaya yanaşan bu kocaman geminin nüfusu belki de Olden'ın nüfusundan daha fazla ama kasaba sakinleri cruise gemilerine alışkın, hayat olağan bir şekilde akmaya devam ediyor bu kasabada. 
Geminin 2 bin kişilik tiyatrosundaki akşam eğlencesi de beyaz geceler temasına uygun.
Gemide bir casino olduğundan bahsetmiş miydim? Biz yanımızda çocuk olduğundan oynayamadık. Ama gemi limanda değil, denizde seyrederken açık olan bu casino'da vakit geçiren birçok misafir vardı.
Ve işte gün batıyor, saat 23:02 :))
Bir sonraki durağımız Stavanger, Olden ve Stavanger arası mesafe; 219 deniz mili.












23 Mayıs 2024 Perşembe

Nordfjordeid

 

Sabah uyandığımızda karşılaştığımız manzara yandaki gibi. Hava sıcaklığı 15-22 derece. Güneş sabaha karşı 4'te doğmuş, gece 23.35'te batacak. Gemi, 8'de Nordfjordeid limanına vardı, fakat bu seferki liman bizim geminin yanaşabileceği kadar büyük değil. O sebeple karaya tender botlarla çıkmamız gerekiyor. İlk tender bot sabah 8.30'da hareket ediyor, sonuncusu ise akşam 5'te. Karadan gemiye son bot akşam 6'da, kaçırmamamız gerek. Bugünkü program çok yoğun, programdaki her yeri yetiştirip gemiye yetişme gerginliği şimdiden rehberimizin yüzünden okunuyor. 

Tender botların sayısı sınırlı olduğundan herkesin gemiden farklı bir ayrılma saati var. Rehber telaşlı olduğundan erken saatlerden birine rezervasyon yaptırmış bizim için. Yine de gemiden ayrılma saatimiz gelene kadar balkonda manzaranın keyfini çıkarmaya devam ediyoruz. Kara ve deniz birbirine karışmış, kara nerede bitiyor, deniz nerede başlıyor belli değil.


Bayram tatili olduğundan instagram'da herkes Ege yada Akdeniz kıyılarındaki plajlardan yaz temalı fotoğraflar paylaşıyor. Biz ise buz tutmuş bir gölün üstündeyiz. 

İşte bütün Norveç Fiyortları turunun en dikkat çekici noktalarından birindeyiz. Geiranger limanını kuşbakışı gören seyir terasındayız. Buraya kartal gözü de deniyormuş. Aşağıda mininacık görünen gemiye dikkat edin (bizim gemi değil, bizim gemi çok uzakta kaldı, buraya otobüsle dağları tepeleri aşarak geldik), biraz sonra aynı geminin farklı noktalarda çekilmiş başka fotoğraflarını da göreceksiniz. Bir sonraki durağımıza gitmek için aşağıda küçücük görünen, yılan gibi kıvrılan yoldan aşağıya ineceğiz ama bu da bize yeterli gelmeyecek ve karşıda gördüğümüz tepenin hepsini olmasa da bir kısmını yine otobüsümüzle tırmanacağız.
İşte söz verdiğim gibi aynı gemi, farklı bir açı ve farklı bir uzaklık. İnsanoğlu kuş misali, biraz önce karşıki dağın tepesindeydik. Şimdiyse eşek yoluna benzeyen bu zikzaklı yolu tırmandık. Bu sol tarafın manzarası, sağ tarafın manzarası ise ayrı güzel.
İşte bu da sağ tarafın manzarası. Rehberimizin söylediğine göre Norveç Fiyortları turlarının reklamlarında hep bu bölgeden çekilen fotoğrafları kullanıyorlarmış. Kullanmaları çok normal çünkü manzaralar harika. 
Eee gemiyi yukarıdan ve farklı açılardan gördükten sonra yanına inip bir fotoğraf da buradan çekmesek olmazdı. Biraz önce tırmandığımız zikzaklı yol tam karşıda. Bu limanın adı daha önce de bahsettiğim gibi Geiranger. Alışveriş için rehberimiz buradaki mağazaları önerdi. Biz de kendimize baharlık birer mont aldık. Norveç soğuk olduğundan burada alınacak en mantıklı şey mont. Hem fiyatlar uygun hem de ürünler kaliteli. Rehberimiz artık rahatladı çünkü turun doruk noktası arkamızda kaldı. 
Bugün o kadar yoğundu ki yemek yiyecek vaktimiz olmadı. Rehber bizi önceden uyardığından gemideki açık büfe kahvaltıdan kendimize sandviç yapmıştık. Ama tur içinde bu durumdan şikayet eden bir kaç kişi oldu. Rehber güya onlara alışveriş için yeterince vakit tanımamış. İnsanları hiç anlamıyorum, buraya alışveriş yapmaya mı geldik yoksa bu muhteşem doğayı görmeye mi? Dönüş yolumuz yine muhteşem manzaralar eşliğinde. 
Hatta rehber bile bu güzel manzaralara dayanamadı ve rastgele bir yerde durup fotoğraf molası verdik ve manzarayı içimize çektik (bakınız yukarıdaki fotoğraf). Son tender bot olmasa da sondan bir kaç önceki botla gemiye döndük ve gemi hareket etti. Ertesi günkü durağımız Olden. Bu iki liman arasındaki mesafe sadece 60 km ve geminin bu mesafeyi kat etmesi için bütün bir gecesi var. 
O yüzden kaptan sanki vitesi boşa almış gibi, yürüme hızında balkondan müthiş manzaraları izleyerek gidiyoruz. Yemekten sonra canlı müzik eşliğinde geminin barlarından birinde kokteyllerimizi yudumluyoruz. Gemide bütün içecekler için restoran mantığında ek ücret ödemeniz gerekiyor. İsterseniz alkollü içki paketi alabilirsiniz ama o kadar pahalı ki verdiği paranın ederini ancak bir alkolik çıkarabilir. Fakat 5 yıldızlı otel gibi günün her saati yemek bulmanız mümkün ve bu yemekler turu satın alırken verdiğiniz ücrete dahil. Rehberin karada düzenlediği turlar da ekstra ücrete tabii. Her limanda ayrı bir tur programı oluyor. Dilerseniz bir limandakine katılıp diğerine katılmayabilirsiniz. Bütün limanlardaki turlar ayrı ayrı satılıyor. Gemiden de tur alabilirsiniz, fakat tur şirketinin ayarladığı Türk rehberin turları daha uygun oluyor. Eğer bütün limanlardaki turları alırsanız da indirim yapıyor. İndirim olunca, limanlardaki turlardan biri bedavaya gelmiş gibi oluyor. 




19 Mayıs 2024 Pazar

Norveç Fiyortları: Kiel ve Bergen

 

Balayımızı MSC Splendida gemisinde yapmıştık (bkz. Akdeniz Turu). Aradan yıllar geçtikten sonra Splendida'nın kardeş gemisi MSC Fantasia ile Norveç Fyortlarını gezme şansına da sahip olduk. Gidiş ve dönüş biraz yorucu olsa da güzel bir tatil geçirdik. 

Ankara'da yaşamanın negatif yönünü ne yazık ki yurtdışı seyahatlerinde çok hissediyoruz çünkü Türkiye'nin başkentinden çok az yere direk uçuş var. Anadolu jet de özelleştirilip ajet olmuş ve zaten müthiş olmayan hizmet kalitesi iyice düşmüş, bağlantılı uçuşlarınızı bile sistem eski bahanesiyle bağlamıyorlar. Her neyse konuyu uzatmadan, sabah 7'de İstanbul'dan kalkacak uçağa binmek için Ankara'dan gece 3'teki uçağa bindik. Tabii 3'teki uçağa binebilmek için gece 1-2 gibi havalanına olmak gerekiyordu. O havalananına gitmek için evden 12-1 gibi çıkmak. O gece uyuyamadık başka bir deyişle. 
Ama öğlen, gemiyi  hatırladığımızdan da büyük ihtişamıyla Hamburg'un Kiel limanında bizi beklerken bulunca bütün yorgunluğumuz uçtu. Bu gemi kardeş gemisi ile birebir aynı özelliklere sahip. Turumuz yine 7 gece 8 gündü. Gemi limandan akşam 6'da ayrıldı. Balayında balkonlu kabinin tadını aldığımızdan, bu sefer yanımızda çocuk da olduğundan, yine balkonlu kabin tercih ettik. 
Hatta balkonlu kabinin de görüş engelli olmayanını seçtik çünkü diğerlerinde odanın alanı daha dar oluyormuş ve çocuk yatağı kuşetli trenlerdeki gibi yukarıdan açılıyormuş. Bizimkinde odadaki küçük ikili koltuğu çocuk için yatak yapmışlardı. Her gün değişen bir manzaraya sahip bir odada konaklamak çok keyifli (yukarıdaki fotoğraf odanın balkonundan çekilmiştir). Gemi hareket ettikten sonra yavaş yavaş güneş batmaya başladı. Gün batımında, Danimarka'nın doğu ve batı kısmını birbirine bağlayan, demir yolunun da bulunduğu, 18 km uzunluğundaki zarif Belt asma köprüsünü geçtik . Akşam yemeğimizi ilk oturumda Red Velvet Restoran'da yedik. İlk akşamın "dress code"u "casual"dı. Akşam yemeğinden sonra, geminin 1000 kişilik tiyatro salonundaki danslı müzik gösterisini izledik. Her akşam farklı gösterilerin yapıldığı bu salona girdiğimiz anda bir geminin içinde olduğumuzu tamamen unuttuk. Ertesi gün şanslıyız, çünkü bütün günü ilk durağımız olan Bergen'e gitmek için denizde geçireceğiz. 
Böylece uyumadığımız bir önceki gecenin yorgunluğunu atıyoruz. Sabah 9.30'da gemi, Baltık Denizi'ne giriş yapıyor. Geminin içinde yapılacak bir sürü aktivite ve bar mevcut. Sports barda puzzle yaptık, canlı müzik olan başka bir barda kokteyllerimizi yudumladık, geminin mağazalarında alışveriş, odada dinlenip, balkonda kitap okumaca, hatta balkonda yoga. 
Akşam ise, kaptanın gecesi. Yemekten önce bütün barlarda kokteyl ikramı vardı. Kabinimize her gün gelen gemi gazetesinde denizde geçireceğimiz gün ile ilgili bilgiler mevcut. Gün içinde ilkokulda öğrendiğimiz meşhur Golf akıntısından geçtik. Gemi giderek daha kuzeye doğru yol aldığından, gün batımı saati gece 11'i buluyor. Denizde geçirdiğimiz akşam yemeğinin giysi kodu "elegant". Erkekler için takım elbise, kadınlar için kokteyl kıyafeti zorunlu. 
Kardeş geminin Swarovski taşlarla dizili merdivenlerinde 12 yıl önce çektirdiğim fotoğrafın benzerini çektiriyorum. 









Ertesi günkü durağımız Bergen. İstanbul'dan 2692 km uzaklıktayız. Haziran ayı "pride month" olduğundan her yerde gökkuşağı renginde bayraklar var. Türk rehberin düzenlediği tura katılıyoruz. İlk durağımız Steinsdalsfossen şelalesi. Rehberin bizim için ayarladığı tur otobüsüne binip, müthiş manzaralar eşliğinde şelaleye doğru yol çıkıyoruz. 
Gördüğümüz şelale bu kadar yol gelmeye değmese de, yol boyunca gördüğümüz manzaralar değer. Daha sonra Bergen'in merkezine dönüp, teleferikle şehri kuş bakışı izleyebileceğimiz tepeye çıktık. Yandaki fotoğrafta denizin üzerinde şehrin siluetine karışmış gemimizi görebilirsiniz. 
Daha sonra tepeden baktığımız şehre dönüp, kutu kutu eski Bergen evlerinin olduğu bölgeyi gezdik ve tabii ki son olarak bütün Bergen ziyaretimizin en öne çıkan yeri: Balık Pazarı. Görece küçük bir yer fakat çok şirin. İçeride envai çeşit deniz ürünü görmeniz ve tatmanız mümkün. Rehber, balina ya da geyik etinden yapılan sucuklardan almamızı tavsiye etti. Biz de aldık, eşim çok sevmese de ben bayıla bayıla yedim. 
Geç bir öğle yemeği olarak balık çorbası içtik. Ama çok acıktığımızdan bununla da yetinmeyip koca porsiyon Norveç somonunu da mideye indirdik. Somonun yanında pazarın kendi ürünü olarak şişelediği birayı da tatmayı unutmadık. Norveç'in çok pahalı bir ülke olduğuna değinmeden geçemeyeceğim. Gemide şişelenmiş su paralı, restoran kısmındaki makinalardaki su ise ücretsiz fakat tadı biraz değişik, sanırım deniz suyundan arıtıyorlar. Karaya inmişken su depolayalım dedik ama marketteki suyun gemidekinden daha pahalı olduğunu görünce vazgeçtik. Rehberimiz geminin bütün erzağını, ucuz olduğu için Almanya'da doldurduğunu anlattı. 
Gemiye son dönüş saati 17:30, fakat bizim rehber işini şansa bırakmadığından 4 gibi gemideyiz. Zaten şehri yeterince gezdik, artık bir sonraki günkü durağımız Nordfjordeid'e hazırlanmak için dinlenme vakti.



9 Nisan 2024 Salı

Opera Garnier

 

Son durağımız olan Opera Garnier'i hergün sabah 10 ve öğleden sonra 5 arasında gezebilirsiniz. Burayı gezmek için bir iki saatinizi ayırmanız yeterli bence. Giriş ücreti 15 euro, 12 yaş altı çocuklar ücretsiz. Biletleri online satın alırsanız, kapıda sıra beklemek zorunda kalmazsınız. Opera'da çocuklar ve yetişkinler için bulmacalı bir oyun da var. Bunun için ayrıca bilet almanız gerekiyor. Bu gösterişli opera binasında genellikle bale gösterileri düzenleniyor. Dilerseniz gösterilerden birine internetten bilet alabilirsiniz. Biletler kişi başı 115 euro'dan başlıyor. Bina adını mimarı Charles Garnier'den alıyor. 

Binaya girdiğinizde sizi çeşitli renklerde mermerden yapılmış ve tiyatronun çeşitli katlarına çıkan çift merdivene ev sahipliği Grand Escalier karşılıyor. Merdivenlerin dibinde, ellerinde meşaleler tutan iki kadın alegorisi seyircileri selamlıyor.

Kırmızı kadife ve altın yaldızlı süslemeleriyle beş katlı oditoryum insanı ilk anda büyülüyor. 
Oditoryumun tavanındaki resimler 1964 yılında Marc Chagall tarafından yapılmış. Biz salona girdiğimizde, sahne ekibi akşamki gösteriye hazırlanıyordu. 
Büyük Fuayedeki aynalar ve pencereler fuayenin geniş boyutlarını daha da vurguluyor. Paul Baudry (1828-1886) tarafından boyanan tavanda müzik tarihinden temalar yer alıyor. Opera'nın küçük bir de kütüphanesi bulunuyor. 





Paris seyahatimizi Opera Garnier ile sonlandırdık. Tabii ki bu kısa zamanda vakit ayıramadığımız Montmarte tepesi, Moulin Rouge gibi yerler oldu. Yanımızda 9 yaşında bir çocuk olduğu halde Disneyland'a da gitmediğimizi ekleyeyim. Gönlünü almak için ona Champs-Elysees'deki Disney Store'dan Star Wars oyuncakları aldık. Belki yıllar sonra yolumuz yeniden düşerse, göremediğimiz yerlere de vakit ayırabiliriz. Yeniden görüşmek üzere Paris...

4 Şubat 2024 Pazar

Musee d'Orsay


Musee d'Orsay tek kelime ile muhteşem bir müze. Benim gibi empresyonist dönem hayranı bir sanat severseniz, kendinizi küçük bir cennette bulacaksınız. 1900 yılındaki Dünya Fuarı için bir tren istasyonu olarak inşa edilen ve 1977 yılına kadar bu şekilde hizmet veren bina, şimdi bir sanat müzesi olarak bir çok ünlü esere ev sahipliği yapıyor. Bu binanın mimarisi o kadar şık ki daha önce bir tren istasyonu olduğunu bilmeseniz onun bir sanat müzesi olarak inşa edildiğini düşünebilirsiniz. Bu müzede 1848 - 1914 yılları arasında yapılmış sanat eserleri sergileniyor. Binanın müzeye dönüştürülmesinde İtalyan mimar Gae Aulenti görev almış. Biz gittiğimizde müzenin geçici sergi alanlarından birinde aynı dönemlerde yaşamış Manet ve Degas eserleri vardı. Diğer geçici sergi alanında ise pastel boya ile yapılmış inanılmaz güzellikte  resimler mevcuttu. Eserler o kadar ustalıkla yapılmıştı ki pastel boya ile yapıldıklarına inanmakta güçlük çektim.

Bu müzede gördüğümüz Manet'nin "Olympia" ve "Kırda Öğle Yemeği" eserlerini kitap bloğumda anlatmıştım. 
Musee d'Orsay'da Edouard Manet'nin "Balkon" resmini de görme şansını bulduk. Manet bu resmini yaparken, Goya'nın "Bir Balkondaki Grup" eserinden "etkilenmiş ve onu balkonda duran benzer bir topluluğu resmetmeye ve açık havadaki parlak ışıkla, odanın içindeki biçimleri yutan karanlık arasındaki kontrastı incelemeye itmiştir. Fakat Manet, 1869'da gerçekleştirdiği bu incelemesini, Goya'nın altmış yıl önce yaptığından çok daha ileriye götürmüştür... Bunun sonucu olarak da, onun herhangi bir tablosu, bize eski ustaların tablolarından daha gerçekçi gelir. Kendimizi, sanki balkondaki bu insanlarla gerçekten yüz yüze duruyormuş gibi hissederiz... Parlak yeşile boyanmış parmaklık, geleneksel renk uyumu ilkelerini hiçe sayarak, kompozisyonu boydan boya böler. Parmaklık sahnenin önünde o denli güçlü bir şekilde belirginleşmiştir ki, arka planda kalan sahne bir derinlik duygusu yaratır." (Gombrich, Sanatın Öyküsü).  
Bu müzede, Özgürlük Heykeli'nin 1/16 ölçeğinde yapılan bir versiyonunu görmeniz de mümkün. Colmar'da Frédéric Auguste Bartholdi'nin evini görmüştük, o bölgede de yine Bartholdi tarafından yapılan küçük bir özgürlük heykeli vardı. Bu müzedeki heykel, 1889 yılında dökülmüş ve ilk olarak Luxemburg müzesinde sergilenmiş. 1906 yılında heykel, müzenin bahçesine taşınmış. Burada yaklaşık bir asır geçirdikten sonra, 2012 yılında Orsay Müzesine gelmiş. Heykelin yeni yapılmış bir replikası ise hala Luxemburg Bahçesinde sergilenmekteymiş. 
Orsay'da Amerikalı ressam James Abbott McNeill Whistler'ın "Gri ve Siyah Düzenleme: Sanatçının Annesinin Portresi" eserini de görebilirsiniz. "Dünyanın dört bir yanından gelen sanatçılar Paris'te Empresyonizmle tanıştılar. Ülkelerine geri dönerken de, hem bu yeni buluşları hem de sanatçının kentsoyluların önyargılarına ve alışkanlıklarına karşı duyduğu isyankar tutumu beraberlerinde götürdüler... Whistler, 1863'te "Reddedilenler Sergisi"nde Manet ile birlikte resimlerini sergileyerek yeni akımın verdiği ilk savaşa katılmıştı... Whistler'in en ünlü tablolarından birisi, belki de şimdiye kadar yapılmış en popüler resimlerden birisi olan annesinin portresidir... Yalın biçimlerin özenli dengesi, tabloya huzur dolu bir özellik vermekte, yaşlı hanımın saçlarında, giysisinde ve duvarda görülen "gri ve siyah"ın donuk tonları, tabloyu bu kadar çekici kılan, kabullenilmiş yalnızlık duygusunu güçlendirmektedir." (Gombrich, Sanatın Öyküsü).
1874 yılında, Paul Cezanne, Edgar Degas, Claude Monet, Berthe Morisot, Camile Pissarro, Auguste Renoir and Alfred Sisley jüri tarafından Salon'a kabul edilmeyen eserler için ayrı bir sergi organize etmiş. Eleştirmenlerden biri, bu ressamları Monet'in yaptığı bir resim üzerinden, "Empresyonist" olarak  eleştirmiştir. İronik olan ise, bu tarz resim yapan sanatçılar bu ismi benimsemesi ve bu adlandırmanın zamanımıza kadar ulaşmasıdır. Empresyonistler kendi çağlarını resmetmek istiyorlardı. Modernliği, Paris'in istasyonlarında, caddelerinde ve kafelerinde, Seine Nehri kıyısındaki popüler banklarda ve sanayinin zaten damgasını vurduğu banliyö manzaralarında ortaya çıkardılar. Demiryollarının gelişimi, moda haline gelen sahilleri ve plajları keşfetmelerine olanak tanıdı. 1870'lerde grubun manzara sanatçıları, bir anı ölümsüzleştiren, spontane izlenimi yaratan, detay zevkinden ve École des beaux-arts'ta öğretilen kusursuz bitişlerin olduğu öğretiden dünyalar kadar uzak bir resim tarzını benimsediler. Konuları, günün farklı saatlerinde ve farklı mevsimlerde yakalanan ışık ve renk değişimleriydi. 
Modeller kullanılarak yapılan iç mekan resimleri, Degas ve Caillebotte gibi bazı sanatçılar için hala bir rol oynuyordu, ancak artık bedeni geleneksel kahramanca pozlarda tasvir etmiyorlar, bunun yerine modern bedenin gerçek doğasını arıyorlardı. Monet'nin "Paris'teki bir tren garını betimleyen resmi, eleştirmenlere tam anlamıyla bir küstahlık olarak görünmüştür. Bu tablo, günlük yaşamdaki bir sahneden gerçek bir "izlenim"dir... (Monet'yi) büyüleyen şey, cam tavandan süzülerek gelip, tren dumanlarına vuran ışık ve bu karmaşa içinde aniden beliriveren lokomotif ve vagonların biçimiydi. 
Bu genç Empresyonist grubun ressamları, yeni ilkelerini yalnızca manzara resmine değil, herhangi bir günlük yaşam sahnesine de uyguladılar, "Moulin de la Galette'de Dans", Auguste Renoir'ın, 1876'da yapılmış ve bir açık hava dansını betimleyen tablosu gibi... Renoir, neşeli kalabalıktaki insanların farklı davranışlarıyla ilgileniyor ve eğlentilerin coşkulu güzelliğinden büyüleniyor... Renoir, canlı renklerin oluşturduğu neşeli karmaşayı tuvalinde yaratmak ve dans edenlerin oluşturduğu dönen kalabalığın üstünde gün ışığının etkisini incelemek istiyor. Bu tablo, Manet'in yaptığı Monet'in kayığının resmi *(Münih'te gördüğümüz) ile karşılaştırıldığında bile, adeta bir taslak gibi, bitmemiş görünüyor. Plandaki birkaç figürün başı biraz daha ayrıntılı görünüyor, ama onlar bile en alışılmadık biçimde resmedilmiş. Oturan hanımın gözleri ve alnı gölgede kayboluyor; güneşin ışıkları ise ağzında ve çenesinde oynuyor... Arkada ise biçimler, havada ve güneş ışığında giderek daha çözülüyor... Eğer Renoir her ayrıntıyı yapsaydı, tablo sıkıcı ve cansız bir şey olurdu." (Gombrich, Sanatın Öyküsü). 

Renoir'ın yandaki "Dance in the Country" tablosunu "She Was Pretty" dizisinde görmüştüm. Resme dikkatli bir şekilde bakarsanız dans eden çiftin arkasında, resmin sol tarafında, küçük bir kız görünüyor. Dizide birinin çocukluk aşkı olan çift bu tablonun yapboz versiyonunda, birinin küçük kızın olduğu parçayı diğerine vermesi sayesinde birbirlerini tanıyorlardı. 
 
Musee d'Orsay binasının kendisi, daha önce de belirttiğim gibi, tek başına bir sanat eseri. İlk fotoğrafta görülen saatin diğer yüzüne geçtiğinde sizi Seine nehrinin dahil olduğu bir Paris manzarası karşılıyor. Bu kadar empresyonist resim gördükten sonra, bu fotoğrafı çekerken, empresyonist bir ressam gördüğü bu hoş görüntüyü fırça darbeleriyle nasıl bir şahesere çevirirdi acaba diye düşünmeden edemedim.

Empresyonistlerin, sanat meraklılarından, eleştirmenlerden ve tacirlerden yetersiz destek aldıkları zorlu ilk günler, 20. yüzyılın başlarında yerini uluslararası üne bıraktı. 1874 ile 1886 yılları arasında sekiz Empresyonist sergi düzenlendi. 

Georges Seurat ve Paul Signac, Pissarro'nun son sergisine katılmaya davet edildiler. Onlar, bilimsel bir yaklaşıma sahip olduğunu iddia eden Neo-empresyonizm olarak adlandırılan yeni bir hareketin liderleriydi.
"1888 kışında, Seurat, Paris'te dikkati çekmeye başladığında ve Cezanne, Aix'te, herkesten uzak çalışırken, hevesli genç bir Hollandalı, Güney'in yoğun ışığını ve renklerini bulmak için Paris'ten ayrılıp, güney Fransa'ya doğru yola çıktı." (Gombrich, Sanatın Öyküsü). Bu kişi tabii ki Van Gogh'tu. Van Gogh ile ilgili detaylı bilgileri Amsterdam 2.gün: Van Gogh Müzesi yazımda bulabilirsiniz. "Van Gogh, hem Empresyonizmin hem de Seurat'nın Noktacılığının öğretilerini özümsemişti. Saf renkleri nokta ve düz fırça vuruşlarıyla kullanma tekniğini seviyordu, ama bu teknik onun ellerinde, Parisli sanatçıların yapmak istediğinden çok değişik bir şey olup çıkıvermişti. Van Gogh, her fırça vuruşunu, yalnızca rengi parçalamak için değil, kendi coşkusunu dile getirmek için de kullanıyordu...
Van Gogh, öylesine yaratıcı bir çılgınlığın içine girmişti ki, yalnızca parlak güneşi değil, hiç kimsenin dikkati çekecek değerde bulmadığı huzur dolu, sıradan şeyleri de resimledi. Arles'teki küçük odasının resimlerini yaptı. Bu resim hakkında kardeşine yazdıkları, onun amaçlarını çok güzel açıklamaktadır: Aklıma yeni bir düşünce geldi. İşte onun taslağı... Bu kez söz konusu sadece yatak odam, rengin her şey kabul edildiği, ve sadeliği kadar nesnelerin de tarzları bakımından yüceldiği bu resim insanda dinlenme ve daha da ötesi uyuma isteği doğuruyor. Tek sözcükle, resme baktığında beynin ve imgelemin dinlenecek. Duvarlar solgun menekşe rengi. Zemin kiremit. Yatağın ve iskemlelerin ahşabı taze tereyağı renginde. Yastıklar ve çarşaf yeşilimsi limon rengi. Battaniye kırmızı. Küçük masa portakal rengi, üzerindeki leğen ise mavi. Kapılar leylak rengi. Hepsi bu, kepenkleri kapalı olan bu odada başka bir şey yok. Mobilyaların çizgileri de salt dinlenceyi vurgulamalı. Tablolardan iskemlelere kadar her birinin kendine özgü bir karakteri var. Örneğin yatağın sağlam yapısı dayanıklılığı ve huzuru yansıtmakta. Duvarda asılı portreler, ayna, havlu ve birkaç elbise. Çerçeveye gelince, resimde hiç beyaz olmadığına göre, beyaz olmalı. Yakalaması zor olan huzura meydan okumak uğruna bunları yapmalıydım. Konu üstüne daha da çalışacağım, ama kavramın ne denli basit olduğunu görüyorsun. Gölgeleri de yok ettim, resim adeta bir Japon baskılarına dönüştü." (Gombrich, Sanatın Öyküsü). Van Gogh bu sahneyi üç kez resmetmiş. İlkini 1888 yılında yapmış. Bu tabloyu Amsterdam'da görmüştük. 1889 yılının Eylül ayında ise eserin aynı boyutlarda ikinci bir versiyonunu yapmış. Bu eser ise Şikago Sanat Enstitüsü'deki Helen Birch Bartlett Anıt Koleksiyonu'nda yer alıyormuş. Son olarak, 1889 yılı Eylül ayında ailesine göndermek üzere tablonun üçüncü versiyonu yapmış. İşte diğerlerine göre daha küçük boyutlardaki bu tablo Orsay müzesinde sergileniyor. 
Orsay müzesinde sadece resim sanatı yok, heykel sanatından da birçok güzel örnek var. Yanda gördüğünüz, Fransız heykeltıraş Paul Cabet'in 1871 isimli eseri. Heykel o kadar canlı duruyordu ki Arda, bunun taştan yapılmış bir eser olduğuna inanamadı. Kadının üzerinde gerçekten bir örtü varmış gibi görünüyordu. İnanmak için heykele dokunmak mecburiyetinde hissetti kendini. 

Müzede, Gustave Courbet'in de birçok eseri sergileniyordu. Bu eserler arasında en çok ilgi çeken "L'Origine du monde" (Dünyanın Kökeni) eseri elbette ki. Celil Sadık'tan Sanat Tarihi dersi aldığımızda bu eserle bitirmişti dersi, biraz garip olmuştu. Eserin, Osmanlı diplomatı Halil Şerif Paşa'nın özel koleksiyonu için yapıldığını duymak da ayrı bir şaşırma konusu.

Kişisel olarak, Orsay müzesini Louvre'dan daha çok sevdim. Paris'te mutlaka uğramanız gereken bir müze. İyi gezmeler...









6 Ağustos 2023 Pazar

Notre Dame Katedrali

Paris, M.Ö. 3. yy'da Seine nehri üzerindeki en büyük ada olan Ile de la Cite'de Kletler tarafından kurulmuş. Parisililer olarak bilinen ve balıkçı kabilesi olan Keltler, Seine nehri üzerindeki yedi adaya yerleşmişler. M.Ö. 52 yılında bölgeyi ele geçiren Romalılar bu yerleşime Lutetia adını vermiş. Paris'in kuruluş yeri olan Ile de la Cite adasında, günümüzde, Sainte-Chapelle ve Notre-Dame katedralleri gibi görkemli yapılar yer alıyor. 

Yıllar önce çatısı yanan Notre-Dame Katedrali hala restorasyon altında ve ziyarete kapalı. Katedralin batı cephesine kurulan merdivenlerde insanlar oturarak, bu cephenin görüntüsünün keyfini çıkartıyorlar. Roma döneminde bir tapınağın bulunduğu alana daha sonra yapılan kiliseler çeşitli sebeplerle yıkılınca, yerine 12.yy'da Gotik tarzında bir katedral yapılmış. Gotik tarzın özelliklerinden olan taştan ince ayaklar, dar kaburgalar ve geniş pencerelere sahip olan katedral, yıllar içinde birçok önemli olaya şahit olmuş. Victor Hugo'nun, Notre-Dame'ın Kamburu eserinde önemli bir rol oynamış, Charles de Gaulle'ün 1970 yılındaki cenaze töreni burada yapılmıştır. 
Batı cephesindeki üç taçkapı ve gülpencere arasında uzanan Galerie des Rois'da, Yahuda krallarının betimlendiği 28 kabartma bulunuyor. Orjinal tasvirler Fransa krallarını simgeledikleri gerekçesiyle, 19.yy'da bu heykeller eklenmiş. 

Notre-Dame ziyarete kapalı olduğundan turistlerin ilgisi aynı ada içinde bulunan ve yine Gotik tarzda yapılan Sainte-Chapelle'ineydi. Bu sebeple, önünde uzun kuyruklar vardı.  Paris'teki 3.günümüzün büyük bir kısmını Lourve müzesinde geçirdiğimizden çok yorulmuştuk. Bu yüzden bu şapeli es geçtik ve yürüyerek geldiğimiz Ile de la Cite'den metroyu kullanarak otelimize geri döndük.