6 Mayıs 2018 Pazar

Londra son gün: Natural History Museum, Science Museum ve National Gallery

Londra'daki son günümüzde Oxford'a gitmeyi planlamıştık. Fakat Kensington bahçelerini gezdiğimiz gün Natural History Museum'a (Doğal Tarih Müzesi) vakit kalmayınca, British museum'da da yangın alarmı çalıp müzeyi gezmek yarım kalınca, son gün Oxford'a gitmek yerine, bugünü gezemediğimiz müzelere ayırmaya karar verdik.
Doğal Tarih müzesinin yukarıdaki fotoğraftaki girişini gördüğümde buraya kesinlikle gitmeliyim dedim. Bana Harry Potter filmlerinden çıkmış gibi geldi. Tabiiki burası Harry Potter'dan oldukça eski. Olsa olsa Harry Potter'ın yazarı bu müzeden etkilenmiş olabilir. Biz sabah erkenden daha müze açılmadan kapısında beklemeye başladık. Bu yüzden yukardaki kısmen boş müzenin fotoğrafını çekebilidim.
Bu müze de diğerleri gibi ücretsiz. Isterseniz müzeye bağışta bulunabiliyorsunuz. Bu müze içerisinde de birçok okul grubu görebilirsiniz. Girişte bizi karşılayan dinazorun adı 'Dippy' imiş. Biz gittiğimizide hala girişteki yerindeydi ama 2017'de büyük bir mavi balina iskeleti ile değiştirilmiş. Hope isimli mavi balina yukarıya asıldığından, 'Dippy'nin müze tabanında kapladığı alan da boşalmış.
Doğa Tarihi Müzesinin büyüleyici koleksiyonunda 70 milyonu aşkın örnek bulunuyormuş. Aslında Charles Darwin ile Kaptan Cook'un botanikçisi Joseph Bank ve diğerlerinin topladığı eserlerin deposu olan müze, geleneksel sergilerin yanı sıra, yaratıcı interaktif sergilere de sahip. Çocukların ilgisini çeken dinazor koleksiyonu gibi bölümleriyle Londra'nın en popüler müzelerinden biri. Burası bilim insanlarının araştırmalarını hala sürdürdüğü bir müze. Natural History museum dört bölüme ayrılmış. Mavi bölgede dinazor galerisi ve images of nature sergisi yer alıyor. Yeşil bölgede ekoloji ve böcekler galerisi, turuncu bölgede vahşi yaşam bahçesi ve kırmızı bölgede yerbilimsel sergiler. Biz gezmeye mavi bölgeden başladık. Buranın devamında Darwin merkezi yer alıyor. Merkezin ilgimizi en çok çeken bölümü Cocoon yani 'koza' oldu. Burada dünyadaki bütün böcek türlerinden örnekler vardı. Ayrıca, bu bölgede güncel bir şekilde bilimsel çalışmalar yapan çalışanlar da vardı.
Müzede bol bol dinazor fosili görmek mümkün. Bu fosillerin yanı sıra müzede animatronik modeller de mevcut. Bu ne demek derseniz; maket, gerçek boyutta, hareket edip ses çıkartan dinazorlar. Bu bölümde ayrıca dinazor yumurtaları da sergileniyor.
Memeliler galerisinde, günümüzde varlığını sürdüren hayvanların yanısıra, fosiller ve bugün dünyadaki en büyük memeli olan gerçek boyutlardaki mavi balinanın yanında küçük kalan türler de sergileniyor.
Gösterişli süslemelerle dekore edilen Crownwell Road girişi, daha önce bahsettiğim (ilk fotoğrafta görülen) büyük merdivenli, Dippy'nin olduğu etkileyici Merkez Salon'a çıkıyor. Exhibition road üzerinde yer alan bir başka giriş ise yandaki fotoğrafta görülen yerbilimsel sergilerin olduğu alana çıkıyor.
'Flaş Haber: Süperman'in süper düşmanı bulundu. Sakın Lex Luther'a söylemeyin ama bilim adamları kripton'u Dünya'da buldu. Kripton taşı, çizgi filminde süperman'in güçlerini zayıflatan tek şeydi. Süperman Geri Dönüyor filminin yazarları, ona uydurma bir formül verdiler. Doğal Tarih Müzesindeki bilim adamları, Sırbistan'da bulunan yeni bir minerali analiz ettiklerinde çok şaşırdılar. Kripton ile aynı formülü taşıyordu. Bu müthiş bir tesadüf. Her sene yaklaşık 30 - 40 yeni mineral bulunuyor ve yaklaşık 4300 mineral biliniyor. Bulunan bu yeni mineralin adı jadarite. Şimdiye kadar bu taşla temasa geçen hiçbir bilim adamı negatif bir etkisini hissetmedi.'
Son olarak bu müzenin tavanından bahsetmek istiyorum. Tavanda yer alan 162 panel, birçok bitkinin resmine ev sahipliği yapıyor. Bunların arasında limon ve şeftali ağaçları gibi meyve ağaçları ve tütün, ayçiçeği gibi bitkiler yer alıyor. Müzenin 1870 yıllarında yapımına başlandığında, Britanya, Kanada'dan Hindistan'a kadar uzanan büyük bir imparatorlukmuş. Kaşifler, dünyanın dört bir yanında buldukları biyolojik çeşitlilikten çok etkilenmiş ve örneklerini evlerine, Britanya'ya göndermişler. Onların buluşları, Viktorya dönemi botanikçilerine ilham vermıiş. Tavanı süsleyen çoğu bitki aynı zamanda ilaç olarak da kullanılıyor. Bazıları ise, pamuk ve çay gibi, o dönemlerde ticareti çok yapılan bitkiler.
Sıradaki müzemiz, Doğal Tarih Müzesinin hemen yanı başında duran Science Museum (Bilim Müzesi). Müzede dünyayı endüstri devrimine ulaştıran buharlı makinalar, dokuma tezgahı, gemicilik ve erken uçaklar gibi İngiliz keşifleri sergileniyor. Science museum, 7 kata yayılmış. Ağır makinalar ve büyük ölçekli aletler müzenin giriş katında sergileniyor. Telekominikasyon, zaman ölçümü, tarım ve hava durumu ile ilgili sergiler 1. katta yer alıyor. Enerji galerisi ve bilgisayarlar 2. katta, sağlık ve uçuş sergileri 3. katta görülebilir. 4 ve 5. kat tıp tarihine adanmış. Müze binasının hemen batısında kalan 4 katlı yapı ise Hoşgeldin kanadı. Exploring Space bölümünde roketler, uydular, uzay modülleri ve iniş ünitelerinin yanı sıra, dünyanın ilk uydusu Sputnik'e ilişkin bilgilerin sunulduğu sergide diğer gezegenlere gönderilen uydular ve aya nasıl ayak basıldığı anlatılıyor. Mayıs 1969 tarihinde Ay'ın etrafında dönen kumanda modülü ile Buzz Aldrin ve Neil Armstrong'u Temmuz 1969 tarihinde aya götüren Apollo 11'in bir replikası burada bulunuyor. Benim ilgimi en çok çeken kısım ise Who am i? galerisiydi. Bu galeride, ilgi çekici interaktif gösterilerin yanı sıra, pek çok nesnenin bulunduğu donanımlı sergilerle beyin bilimi ve genetik bilimindeki son gelişmeler anlatılıyor. Bana kalırsa bu müze genel olarak biraz çağ dışı kalmış. Teknoloji yardımıyla daha ilgi çekici bir müze haline getirilebilir. Müzenin hediyelik eşya bölümüne uğramadan geçmeyin. Ilginizi çeken bir çok şey bulabilirsiniz.
Londra'da cuma gününü müzelere ayırmak çok mantıklı çünkü British museum cuma günleri akşam 8 buçuğa kadar açık ve National Gallery akşam 9'a kadar açık. ilk planımızda burayı gezmeye vakit ayırmamıştık çünkü Londra'da her yeri detaylı olarak gezmeye kalksanız bir ayda bitiremezsiniz herhalde.
Aynı gün içinde hem Natural History Museum'u, hem Science musuemu, hem British museum'un kalan kısmını, hem de National Gallery'i gezmeye çalışınca son müzeye çok az vakit kaldı tabii ki. Galerinin koleksiyonu, 1824'te ülke adına satın alınan 38 adet tablodan 2000'i aşkın eseri kapsayacak kadar gelişmiş. Ana binanın batısındaki Sainsbury kanadında 1260 ile 1510 arasından kalan eserler var. Biz de bu müzeyi hızlı bir şekilde tarih sıralamasına göre gezmeye karar verdik. Müzenin Londra'daki diğer müzeler gibi ücretsiz olduğunu da tekrar hatırlatayım. Müzenin batı kanadında, 1510 ile 1600 yılları arasındaki eserler var. Bu dönemden ilgimi çeken eser, Tiziano (Titan)'ın 'Noli me Tangere' tablosu oldu. Tiziano doksan dokuz yaşına kadar yaşamış. Ünlü ressam, 'ne Leonardo gibi evrensel ilgileri olan bir bilgin, ne Michelangelo gibi üstün bir kişilik, ne de Raffaello gibi kolay ve çekici bir insandı. O herşeyden önce bir ressamdı. Ama boyaları kullanmadaki ustalığı, Michelangelo'nun çizimde gösterdiği ustalığa denk düşen bir ressam.
Bu üstün ustalık ona kompozisyonun zamanla giderek itibar kazanan kurallarını bir yana itme ve apaçık bir şekilde uyumu yeniden kurmak için renge sarılma olanağını verdi.' (Gombrich). Yandaki tablosunun ilgimi çekmesinin sebebi, ressam bir yakınımızın evinde bu tablonun kendi yaptığı replikasının bulunması. O replikayı gördüğümde onun ünlü bir tablonun replikası olduğunu anlamadığımdan resmetmek için ne saçma bir konu demiştim. Ne yazıkki 16.yy başlarında ressamlar öyle her istediği konuyu resmedemiyordu, dini konuları resmetmeliydiler çünkü kiliseler bu tarz eserlere ilgi gösteriyorlardı ve ressamlar yaptıkları tablolardan para kazanmak zorundalardı. Okuma yazma oranları düşük olduğundan insanlar Incil'i resmedilen tablolardan öğreniyorlardı. Kiliseler bu sebeple Incil'den sahneler içeren tablolarla doluydu. 'Noli me Tangere' de Isa'nın tekrar dirildikten sonra Meryem'i teselli etmek için ona görünmesini resmediyor. Meryem onu ilk önce bir bahçivan sanıyor. Meryem onu tanıdığında, Isa ona dokunmamasını istiyor. Tablonun ismi de burdan geliyor. Tablonun x-rayi çekildiğinde, ressamın tablo üzerinde sonradan değişiklikler yaptığı anlaşılmış.
Kuzey kanadı, 17.yy resimlerine ayrılmış. Bu dönemden ilk ilgimi çeken eser, Jan van Eyck'in Giovanni Arnolfini ve Karısı tablosu oldu. Bu müzede turist gibi elimde telefonla sürekli fotoğraf çekesim gelmedi. O yüzden bu eserin fotoğrafını çekmedim. Ama yanda va altta, Gombrich'ten çektiğim fotoğraftan eseri ve ayrıntılarını görebilirsiniz. Jan van Eyck Flaman bir sanatçı. Kendisi aynı zamanda yağlıboyayı bulan ressam.O zamanın resamları boyalarını, tüplerde ya da kutularda ve renkleri önceden hazırlanmış olarak satın almıyorlarmış. Kendi boya pigmentlerini hazırlamak zorundaymışlar ve bunun için renkli bitkileri, madenleri kullanıyorlarmış. Bunları, iki taş arasında kendileri veya çırakları eziyormuş. Bu yolla elde edilen tozu birbirine bağlamak için yumurtayla sulandırıyorlarmış. Jan van Eyck yumurta yerine yağ kullanarak yağlıboyayı bulmuş.
Giovanni Arnolfini ve Karısı  tablosunda, zengin bir Italyan tüccar ve karısı resmedilmiş. "Bu resim, olasılıkla onların yaşamlarının önemli bir anını, evlilik sözü vermelerini gösteriyor. Genç kadın sağ elini Arnolfini'nin sol eline henüz koymuş. Arnolfini de birleşmelerini perçinlemek için sağ elini onun eline koymak üzere. Bir noterden, buna benzer önemli bir törende hazır bulunup tanıklık yapmasını istediği gibi belki de sanatçıdan bu önemli anı bir şahit olarak kaydetmesi istenmiştir. Bu durum sanatçının tablonun göze çarpan bir yerine adının Latince olarak 'Jan Van eyck de buradaydı' diye neden yazmış olduğunu açıklayabilir. Odanın arkasındaki aynada tüm sahneyi arkadan yansımış şekli ile görüyoruz burada aynı zamanda ressamı ve şahidi de görür gibiyiz." (Gombrich). Çift, zengin bir şekilde dekore edilmiş bir oturma odasında görünüyor. O zamanlar yatakların böyle odaların bir parçası olmasına sıklıkla rastlanırmış.
Benim ilgimi çeken bir sonraki eser, aslında bir tablolar serisi. Yandaki fotoğrafı internetten buldum. Genelde kendi çekmediğim fotoğrafları koymuyorum ama bu tabloları anlatabilmek için koymak istedim. Bu tablolar serisinin resssamı Joachim Beuckelaer, ismi ise 'The Four Elements'. Bu dört resim, dört element olarak bilinen Toprak, Su, Hava ve Ateş'i tema olarak kabul etmiş. 16. ve 17.yy'larda, elementleri doğa referans alınarak sembolize etmek yaygınmış. Bu tablolarda, satış veya yemek pişirmek için kullanılan ürünlerin temsili, Incilin bölümleri ile birleştirilmiş. Bu dört resim, italya'da bir müşteri için üretilmiş. Sol üstteki tablonun adı: Toprak (Earth). Sebzeler soldaki kadın tarafından sepetten çıkarılır ve izleyiciye doğru ilerler. Tabloda, onaltı farklı sebze ve meyve çeşidi tespit edilmiş. Tablonun sol üst köşesindeki köprünün üstünde Incil'den figürler mevcut. Sağ üstteki tablonun adı: Su (Water). Bu resimde, satışa sunulan balıklar arasında on iki farklı balık türü tespit edilmiş. Tablonun üst bölümünün ortasındaki kemerin altında yine Incil'den bir sahne var. Sol alttaki tablonun adı: Hava (Air). Bu tabloda farklı kümes hayvanları satışa sunuluyor. Kompozisyonun ortasında uzak bir şekilde yine dinsel öğeler mevcut. Son olarak sağ alttaki tablonun adı: Ateş (Fire). Bu eserde, ateşin üstünde pişirmek için hazırlanmış et ve kümes hayvanları var. Mutfağın ötesinde Isa ve Meryem birlikte otururken resmedilmiş. Gelelim benim bu tabloları sevme sebebime. Ilk olarak tablolardaki metalik renk çok hoşuma gitti. Resimlerdeki insanlar yoğun bir uğraş içinde. Birde sanki bu insanlar sizin onları izlediğinizin farklında gibi. Bir uğraş içindeler ama izlenildiklerini bilir gibi poz vermişler sanki.
Sırada Rembrandt var. Onun başka eserlerini St.Petersburg'daki Hermitage müzesinde görmüştük. 'Rembrandt'ı, öteki büyük ustalardan daha yakından tanıdğımızı hissederiz. Bunun nedeni, sanatçının, yaşamını bir dizi kendi portresiyle inanılmaz bir şekilde belgelemiş olmasıdır. Başarılar içinde yüzdüğü ve revaçta bir usta olduğu gençlik yıllarından, iflasın trajedisiyle yalnız geçirdiği yaşlılık yıllarına kadar uzanan bu portreler, benzersiz bir otobiyografi oluştururlar.' (Gombrich). National Gallery'deki bu portre Rembrandt'ın 34 yaşındaki halini gösteriyor. National Gallery'i layıkıyla gezemedik çünkü çok az vakit ayırmıştık ve kapanma saati geldi. Ne yazıkki 1700 ile 1920 arasındaki eserlerin sergilendiği doğu kanadını göremedik.
Ve Londra gezimizi Harry Potter ile sonlandırdık. Biz ordayken 'Harry Potter and the Cursed Child' oyununun provaları başlamıştı fakat henüz premieri yapılmamıştı. Biz de oyunun oynanacağı binayı şöyle bir uzaktan gördük. Londra'da gitmek isteyip de gidemediğimiz o kadar çok yer oldu ki. Bu şehre bir daha uğrayacağımız kesin. National Gallery'i bir kere daha sakin kafayla gezmek ve görmediğim doğu kanadını görmek isterim mesela. Onun hemen yanı başındaki National Portrait Gallery'i de. Ve tabiiki Victoria and Albert Museum'u. Tate Modern de listemde. Oxford'a gidemedik. O da yapmak istediklerim arasında. Umarım yakın bir zamanda görüşürüz Londra.

17 Mart 2018 Cumartesi

Hyde Park ve Oxford street

Şimdi tekrar üstünde düşününce 5.günü oldukça yoğun geçirmişiz. Günü Hyde Park'ta batırdık ve akşam yemeğimizi de Hyde Park içindeki küçük restoranda yedik. Ingiltere zaten genel olarak pahalı olduğundan restoran fiyatları ingiltere geneline göre normal bizdeki fiyatlara göre pahalıydı tabii ki.
Yukarıdaki fotoğrafta görülen Hyde Park'ın yapay gölünün adı Serpentine. Hyde Park, Londra'daki kraliyet parklarının en büyüğü. Parkın Marble Arch köşesinde Speaker's Corner var. Burası eskiden halk gösterilerinin yapıldığı, kalabalık dinleyici kitlesinin hiç eksik olmadığı bir yermiş.
Günümüzde ise söyleyeceği bir şey olan insanlar pazar sabahları buraya geliyorlarmış. Serpentine üzerinde küçük bir adacık var. Yakınlarda oturan J.M.Barrie burayı kayıp gençlerin adası olarak hayal etmiş. Ünlü yapıtının popüler karakteri Peter Pan'in heykeli gölün kenarında yer alıyor. 2004 yılında göl kenarında Prenses Diana anısına bir süs havuzu yapılmış. Hyde Park'ın hemen yanı başında daha önce gezdiğimiz Kensington Bahçeleri var.
Iki park birbirinden incecik bir yolla ayrılıyor. Hyde Park'a gitmeden önce metrodan Oxford caddesinde inip parka kadar yürüdük. Bu cadde, mağaza ve restoranlarla dolu, kalabalık ve şık.

10 Mart 2018 Cumartesi

Londra: 5.gün devamı: Tower of London ve çevresi

Gezimize Tower'ın karşısında, nehrin güney yakasındaki HMS Belfast gemisiyle başladık. Bu gemi, II.Dünya ve Kore savaşlarının sıcak çatışmalarına tanıklık etmiş. Geminin içi de gezilebiliyor fakat biz uzaktan şöyle bir bakmakla yetindik. Bir sonraki durağımız olan Tower Bridge'e gitmeden önce nehrin bu yakasındaki cam gökdelenlerle dolu meydanda öğle yemeğimizi yedik.
Gotik taş işçiliğiyle göze çarpan Tower Bridge, Viktorya döneminden kalma bir mühendislik harikası. Bir zamanlar bu şık köprü sürekli inip kalkarak altından geçen yelkenlileri ve buharlı gemileri imparatorluğun dört bir yanınına uğurlarmış. Köprü açıkken karşıya geçmeleri gereken yayalar, en üstteki yaya geçidine çıkmak için kulelerin 200 basamaklı merdivenlerini çıkmak zorundaymış.
Bir saatlik Tower Bridge Exhibition turuna katılmak isterseniz 42 metre yüksekliğindeki bu yürüyüş yolunun manzarasını görebilirsiniz. Ücretli turun girişi kuzeybatı kulesinden, çıkışı ise nehrin güney yakasından. Biz tura katılmak yerine yukarı çıkmadan köprünün üstünden geçtik. Daha önce kahverengi olan köprünün demirleri, 1977 yılında Kraliçe'nin gümüş jübilesi şerefine kırmızı, beyaz ve maviye boyanmış.
Köprüden geçtikten sonra az önce yemek yediğimiz karşı tarafın manzarasını da çekmeden edemedim. Yandaki resimde görülen sivri binanın adı Shard imiş. 95 katlı bina Avrupa'nın dördüncü yüksek binasıymış ve Katarlara aitmiş. Şuanda ofis, restoran, mağaza ve beş yıldızlı bir otele ev sahipliği yapıyormuş. Tam yolumuzu Tower of London'a çevirmiştik ki dikkatimi su kenarına dizilmiş şirin şirin evler ve yatlar çekti. Köprüden geçince sol tarafa gitmek yerine sağ tarafa saptık.
İyiki de sapmışız çünkü St Katharine Docks bence gerçekten görülmesi gereken bir yer. St Katharine Docks, Londra merkezinde yer alan küçük gemi rıhtımlarından biri. Bir zamanlar burada yün, çay, deri gibi birçok şeyin ticareti yapılırmış. Fakat bu rıhtım yelkenli gemiler için tasarlanmış ve ticari gemiler buharlı gemilere dönüşünce rıhtım ihtiyatca cevap verememiş. Zamanla diğer rıhtımların deposu olarak kullanılmaya başlanmış.
İki adım ötesindeki Tower of London'ın kalabalığından uzak olan rıhtım, insanın içini açıyor ve ah çok param olsaydı da şurada bir evim olsaydı dedirtiyor. Rıhtım boyunca birkaç kafe, çok sayıda popüler bar ve restoran hizmet veriyor.
Ve sonunda Tower of London. Inşasına 1075 yılında başlanan Fatih William'ın taş kulesi o kadar etkileyiciymiş ki kule hala günümüzde 'Tower' olarak isimlendiriliyor. William kaleyi nehir kenarındaki antik Roma şehrinin güneyine inşa etmiş. Böylece Londralıları daha rahat kontrol edeceğini ve istilacıların gözünü korkutacağını düşünmüş. William'ın oğlu Rufus, kuleyi 1100 yılında bitirmiş.
Rufus'un kalesi ve kraliyet konutu şehri domine etmiş ve Norman hanedanlığının bölgedeki üstünlüğünü kanıtlamış. Kule, genellikle başı dertte olan kralların sığınağı olarak kullanılmış. III.Henry de bir istisna değilmiş. 1238'de buraya çekildiğinde, kalenin çağ dışı kalmış savunmasından korkmuş ve büyük güçlendirilmiş bir giriş inşa edilmesini emretmiş. Kaleyi 8 kule ile korunan dış bir duvarla kapatmış. III.Henry ayrıca, William'ın Norman kulesini beyaza boyatmış. Henry'nin etkileyici giriş kulesi yapıldıktan 1 yıl sonra yıkılmış. Londralılar, krallarının kalesini düşmanlarını hapsetmek için zindanlarla doldurduğunu düşünmüş. Kapının kuleleri yıkıldığında, sevinmişler çünkü bunun tanrının bir cezası olduğuna inanmışlar. III.Henry zamanında beyaza boyanan ve 17.yydan beri boyanmayan Norman kulesi hala 'Beyaz Kule' olarak anılıyor. III.Henry'nin oğlu I.Edward babasının dış duvarını başka bir duvarla daha çevrelemiş ve Tower içiçe bir kale haline gelmiş. 1275'te yapımına başlanan hendek, saldıranları belirli bir mesafede tutmak ve onların kale duvarlarını alttan kazmalarına engel olmak için kazılmış. Hendeğini dolduran sularda etkileyici kalenin yansıması görünürmüş. Hendek ayrıca, balık tutmak, yer değirmeni çalıştırmak gibi barışçıl işler için de kullanılıyormuş.
18.yyda kulenin görünümü çok farklıymış. Kuleler tuğlayla yükseltilmiş ve silah platformları eklenmiş. Tarihi kanlı olaylarla dolu olsa da Tower, 19 yüzyılda Wellington dükünün temizlik nedeniyle hendeği doldurtarak bahçeye çevirdiği yeşilliklerin ortasında sevimli bir görüntü sunuyor.
Tower'ın surlarında Yeomen Warder denilen nöbetçilerden 41 tane bulunuyormuş. Bu eski askerler, Tudor kostümleri giyip gün boyunca ziyaretçilere eğlenceli ve ilgi çekici bilgiler veriyorlarmış. Şubat aylarında Crown Jewels sergisi ziyareti kapanıp giriş ücretinde indirim yapılıyormuş. Traitor's Gate, Thames geriye taşınmadan önce Tower'ın nehir tarafındaki girişiymiş. Ülkeye ihanet etmekle suçlananlar bir kayıkla buraya getirirlermiş.
Geleceğin kraliçesi 1. Elizabeth, annesi Anne Boleyn gibi kuleye hapsedilmiş. Bloody Tower (Kanlı Kule) adını korkunç bir olaydan almış. III.Richard, yeğenleri olan 12 yaşındaki Edward ile 10 yaşındaki Richard'ı 1483'te buraya getirmiş ve iki kardeşten bir daha haber alınamamış. Iki yüzyıl sonra ise civarda iki çocuk cesedi ortaya çıkartılmış. Tower Green, altı kraliyet üyesinin boyunlarının vurulduğu yermiş. Bu kişiler arasında VIII.Henry'nin iki eşi, Anne Boleyn ile Catherine Howard ve dokuz günlük kraliçe Lady Jane Grey de var. Halktan kişiler ise kulenin Tower Hill üzerindeki surlarının önünde kalabalıklar izlerken idam edilmişler. Güzel ama kasvetli St. Peter and Vincula Şapelinde idam edilen ünlülerin başsız bedenleri gömülüymüş. III.Henry, göz kamaştırıcı kraliyet mücevherlerini buraya getirmiş. Mücevher koleksiyonundaki parçaların büyük bir kısmı, II.Charles'ın restorasyon döneminden kalmış. Adını Aziz Edward'tan alan Aziz Edward tacı, II.Charles'ın taç giyme töreni için yapılmış ve o tariten beri her törende kullanılmış. 1661 yılından kalma mücevher kakmalarla süslenmiş altın kürenin yanı sıra, dünyadaki en büyük kesme Elmas olan 530 karatlık Afrika Yıldızı ile taçlanmış Kraliyet asası da burada yer alıyormuş. IV.William için yapılan imparatorluk yüzüğü, kimi zaman İngiltere'nin alyansı olarak adlandırılıyormuş. İmparatorluk tacı, VI.George'un 1937 yılındaki tahta çıkışı için tasarlanmış. Yakın bir zamanda II.Elizabeth'in imparatorluk tacıyla ilgili konuştuğu bir röportajı yayınlandı: https://m.youtube.com/watch?v=7iksIsZOCBM. Bu röportajda kraliçe imparatorluk tacının çok ağır olduğundan bahsediyor. Elmaslar da birer taş sonuçta. Taç giyme töreninde okuma metnini yukarda tutmak zorunda kaldığını, aksi halde tacın ağırlığıyla boynunun kırılmasından ya da tacın düşmesinden korktuğunu anlatıyor. Kentin silahları da Tower of London da tutulmuş VIII.Henry Döneminde ise Kalede Kraliyet silahhanesi kurulmuş. White Tower'da yer alan Royal Armouries'in zırh koleksiyonunda bulunan bazı parçalar, Leeds'de bulunan bir müzeye gönderilmiş. Burada kalanlar VIII.Henry'nin büyük zırhı ile I.Charles'ın savaş kıyafeti gibi kulenin geçmişiyle doğrudan ilgili olanlarmış. Bu arada Tower'ın bir de ünlü kuzgunları var. Bir efsaneye göre kuzgunlar kuleyi bırakıp giderlerse kraliyetin ve kulenin çökeceği söyleniyor. Bugün burada, Kuzgun ustasının özenle baktığı 7 kuzgun yaşıyormuş.
Tower'ı bu kadar anlattıktan sonra kuleye girmediğimizi itiraf etmek zorundayım ama bir sonraki sefer Londra'ya gittiğimizde mutkaka girip içini de gezmek istiyorum.

6 Ocak 2018 Cumartesi

Londra: St. Paul Katedrali ve Milenyum Köprüsü

St.Paul katedrali aslında 5.gün planımızda yer alıyordu. Fakat British Museum'u gezdiğimiz gün erken kalkmıştık ve müze açılmadan önce burayı gezmeye karar verdik. MS 604 tarihinde burada Aziz Petrus'a adanmış bir kilisenin olduğu söyleniyor. Ahşap kilise 675 yılında yanmış, ardından inşa edilen kilise de Vikingler tarafından 962 yılında yıkılmış. 3. Kilise taştan yapılmış, 1087 yılında geçirdiği yangının ardından, Normanlar döneminde, taş duvarlı ahşap çatılı bir kilise olarak genişletilmiş.
1663'te Christopher Wren'den 500 yılı aşkın süredir ayakta duran katedrali tamir etmesi istenmiş. Wren yapının baştan aşağı yenilenmesi gerektiğini savunmuş fakat önerisi reddedilmiş. Katedral büyük Londra yangınında zarar görünce katedral yeniden yapılmış. 1711 yılında tamamlanan katedral, İngiltere'nin bu amaçla inşa edilen ilk Protestan yapısı. Süsleme unsurlarının öne çıktığı devasa kubbesi ile Roma'daki Sen Pietro bazilikasına benzer Avrupa'nın en büyük sallanan çanı (Great Peter), her gün saat 13:00'ü haber veriyor, Great Tom ise saat başı çalıyor ve kraliyetin ya da önemli kilise görevlilerinin vefatını duyuruyor.
Katedralde, ayrıca, St.Paul Cathedral School korosunun konserleri ile de oluyormuş. Her gün saat 17:00 civarında, koroyu da dinleyebileceğiniz ayin çok kalabalık oluyormuş. Katedrale giriş ücretli. Ücrete işitsel rehber de dahil. Rehberli turlar ücretsiz olarak saat başında yapılıyor. Ama bence işitsel rehber oldukça yeterli. Etkileyici batı cephesi, iki devasa kuleyle öne çıkıyor. Kulelerin tepesindeki ananası andıran biçimler barışı ve bolluğu simgeliyormuş. Katedralin kubbesi dünyadaki en büyük kubbelerden biri. Genişliği 111 metre, ağırlığı 65000 tonmuş. Içeride fotoğraf çekmek yasak olduğundan iç kısmı sadece anlatmakla yetineceğim. En üstte yer alan Golden Gallery ile geniş Stone Galeri güzel manzaralara sahip. Kubbe bileziğinde yer alan ünlü fısıltı galerisi ilgi çekici. Duvara karşı fısıldadığınız sözcükler şaşırtıcı biçimde galerinin karşısından duyuluyor. Koroyeri sıraları, koltukları ve kapakları Grinling Gibson'ın eseri. 1695 yılından kalma orgu çalanlar arasında Handel ve Mendelssohn da varmış. Fransız metal ustası Jean Tijou, kuzey koroyeri koridorundaki demir işlemeli kapıların yanı sıra fısıltı galerisinin korkuluğunu ve katedralin diğer metal süslemelerini de tasarlamış. Koroyeri 19.yüzyılda çok renkli mozaik tavanlar ile süslenmiş. 1960'lardan bu yana St. Paul's katedralinde sayıları giderek artan bağımsız sanat eserleri toplanıyormuş. Katedralin asıl işlevlerinden biri de ulusal kutlamalara ve cenazelere ev sahipliği yapmak. 19.yüzyılda Wellington dükünün cenaze töreninde katedrali 13 bin kişi doldurmuş. Wellington'ın mezarı St.Paul katedralindeki mahzen mezarda yer alıyor. Kraliçe Viktoryanın görkemli altmışıncı yıl kutlamaları (Elmas jübile), katedralin basamaklarında yapılmış. Galler prensi ile Lady Diana Spencer, evlilik törenlerini Westminster Abbey yerine burada düzenlemişler. Halk arasında çok sevilen Amiral Nelson, kalabalık bir devlet töreniyle buraya gömülmüş. Katedralin mimarı Sir Christopher Wren'in mezarı obe şapelinde yer alıyor. Mezarının taşına oğlu, şu anlama gelen Latince bir kitabe yazdırmış: Ey okuyucu, burada yatanın anıtını arıyorsan çevrene bir bak. Katedralde çok sayıda Savaş Anıtı bulunuyor. Bunlardan biri de 1915 yılında Gelibolu Savaşı'nda can verenlere adanmış. Churchill Anıtı panosunda Winston Churchill alınıyor. Kentin taş ustaları loncası, Wren'in mezarının yanındaki bir plaka ile hatırlanıyor: "St. Paul katedralinin taşlarını yerleştiren adamları unutma". Manzara ressamı Turner'ın mezarı da obe şapelinde yer alıyor. Yüksek altarın arkasında yer alan Amerika anıtı şapelinde 2.Dünya Savaşı sırasında İngiltere'de hayatını kaybeden Amerikan askerleri alınıyor. Nefte bulunan itfaiyeciler anıtı'nda 1940 yılındaki hava saldırısında katedrali yıkılmaktan koruyanlar anılıyor.
St.Paul katedralinden çıkıp Milenyum köprüsüne doğru yürümek istedik fakat ne yazıkki Londra yağmuru planlarımıza ilk ve son defa engel oldu. Ikinci binyıl kutlamaları sebebiyle yapılan bu çelik asma köprü sadece yaya geçişlerine ayrılmış. Kent merkezinde 2000 yılından sonra inşa edilmiş ilk köprü olan Milenyum köprüsü, Tate Modern ile karşısındaki St.Paul'ü ve City'yi birleştiriyor.