İlk geldiğimiz gün Brüksel'in batı kısmını gezmiştik. İkinci gün doğu kısmına yöneldik. Belçika, şirinler, tenten gibi küçüklükten bildiğimiz birçok çizgi karakterinin ana vatanı. Kaldığımız otelin hemen dibindeki moof müzesinde bu karakterlerin çeşitli figürlerini görebilirsiniz. Müzeye giriş ücretli. Biz dışardan şöyle bir bakıp yolumuza devam ettik.
Batıya doğru yürürken karşımıza ilk olarak Mont des Arts çıktı. Bu planlı parkın etrafında kraliyet kütüphanesi ve kayıt büroları bulunuyor. Bu alan bir öğrenme ve sanat merkezi olarak planlanmış fakat proje rafa kaldırılınca bugünkü halini almış.
Ticari kent bataklık zemin üzerinde gelişimine devam ederken, güçlü aileler Coudenberg yani soğuk tepede yaşamışlar. Biz de yavaş yavaş bu tepeye çıkmaya başladık. Place Royal'e doğru yürürken sol tarafımızda muhteşem bir art nouveau tarzı bir bina gördük. Bu, 1989 yılında Paul Saintenoy'un tasarladığı old england department store'du. Bu bina, müzik aletleri müzesi olarak hizmet veriyormuş. Belçika'da yaşayan arkadaşımız sonradan bize bu müzenin çok güzel ve ilgi çekici olduğunu söyledi. Hatta Mannenken pis yerine bu müzenin popüler olması gerektiğini belirtti. Bu bilgiyi edindiğimizde Belçika'daki son günümüzdü. O yüzden bu müzeyi gezme fırsatını kaçırdık. Ama sizin şansınız olursa bizim yerimize de girin gezin.
Place Royal'in odak merkezinde yer alan sağdaki yapı, neoklasik tarzda yapılan bir 18.yy kilisesi. Boş meydanda oldukça heybetli görünen bu kilisenin adı St-Jacques-sur-Coudenberg kilisesi.
Rue de la Regence'a döndüğünüzde tam sağınızda Kraliyet Güzel Sanatlar Müzesi yer alıyor. Yolun sonunda yer alan heybetli yapı ise adliye sarayı.
Kraliyet sarayına gitmek için biz tam tersi istikamete doğru yöneldik. Saray şimdi sadece törenler için kullanıyormuş çünkü Kraliyet Ailesi kentin dışındaki Laeken'de yaşıyormuş. Her sarayda olduğu gibi burada da Kral konutundayken, girişin üzerindeki bayrak dalgalanırılıyormuş. Biz gittiğimizde konutundaydı sanırım çünkü bayrak direkte asılıydı. Saray yaz aylarında ziyaret edilebiliyormuş.
Sabah saatlerinde kraliyet sarayının önündeki Parc de Bruxelles bomboş ve yemyeşil karşıladı bizi. Bu güzel park 1835 yılında yapılmış ve niye bizim ülkemizde böyle güzel parklar yok dedirtiyor insana.
Yönümüzü aşağı doğru çeviriyoruz tekrar. Sıradaki durağımız Cathedral des Sts-Michel-et-Gudule. 1047 yılında kurulan katedral, farklı yüzyıllarda yapılan eklemelerle günümüze kadar gelmiş.
Amsterdam'a gitmeden önceki son durağımız Belçika Komik Karikatür Merkezi. Bu müze 1906 yılında Victor Horta tarafından tasarlanmış ve inşa edilmiş. Issız ara sokaklarda eşimin burada olduğuna emin misin soruları eşliğinde yürürken art nouveau tarzı eski Waucques ticaret merkezindeki müzeyi bulduk. Yukarıda ana vatanı Belçika olan çizgi karakterleri arasında saymayı unuttuğum bir tane daha vardı: tabii ki Red Kit, gerçek adıyla Lucky Luke. Müzenin hediyelik eşya bölümünde biraz vakit geçirip alışveriş yaptıktan sonra trene az saatimiz kaldığından otelimize döndük ve 3 gün sonra dönmek üzere Brüksel'e veda ettik.
29 Mart 2020 Pazar
24 Mart 2020 Salı
Brugge
Brüksel'den Brugge trenle yaklaşık 1 saat sürüyor. Çoğu insan yurtdışında araba kiralayarak gezmeyi tercih etse de biz treni tercih ediyoruz. Hem daha uygun hem de yorulmuyoruz. Arabayla kaza yapma, yolu kaybetme vs. riski var. Ayrıca Avrupa'da otopark ücretleri de çok fazla. Zaten genelde gezdiğimiz yerler turistik, araba girmeyen, bölgeler. Hem yürüyerek keşfetmek ve sokaklarda kaybolmak çok eğlenceli. Trenle bazı ara istasyonlarda duruyor. Yukarıdaki fotoğrafı o istasyonlardan birinde çektik. Belçika'da insanlar araba yerine bisikleti tercih ediyorlar. Uzak yerlere de bisikletlerini istasyona park edip trenle gidiyorlar. İstasyondaki bu büyük parkta neredeyse bisiklet park edecek yer kalmamıştı.
Brugge turistik haritasına buradan ulaşabilirsiniz. Biz trenle geldiğimizden, haritanın alt kısmında bulunan istasyondan kuzeye doğru ilerlemeye başladık. Yemyeşil bir park ve durgun bir nehir karşıladı bizi. Gezimize başlar başlamaz Brugge bütün romantizmini ortaya koydu.
İlk durağımız Minnewater (Aşk Gölü). Bu dikdörtgen şeklindeki gölün çıkışı alüvyonlarla dolmadan önce Brugge'ün iç limanıymış. Ağaçların ve şirin binaların gölün üzerindeki yansımaları mükemmel görünüyor.
İkinci durağımız Begijnhof, 1245 yılında kurulan bir manastır. 20.yy'a kadar terk edilmiş ve kaybolmuş kadınlar için bir sığınma evi olarak faaliyet göstermiş. Beyaza boyalı evlerin çevrelediği iç avluda devasa ağaçlar var. Manastırın kapısından girdiğiniz an etraftaki ikaz tabelaları sizi sessizliğe davet ediyor.
St. John's hospital ve Gruuthuse müzesinin yanından geçerek yolumuza devam ediyoruz. Bu müzede Michelangelo'nun "madonna and child" heykeli sergileniyormuş. Ama biz müzenin içine girmedik. Bir kahve molası verdikten sonra yürümeye devam ettik. Bir dönem Brugge'de yaşamış Jan Van Eyck gibi Flaman ustaların eserlerinin sergilendiği bir başka müze ise Groeninge müzesi. Brugge kendisi bir açık hava müzesi gibi olduğundan müzelere girme ihtiyacı hissetmedik.
Işte bot turlarının başladığı Brugge'de en çok fotoğraflanan yer. Biz bot turuna katılmadık, çok sıra vardı ve küçücük botlar çok kalabalık görünüyordu. Arda'yı zapdetmeye çalışmaktan etrafa bakamayız diye düşündük. Zaten yürüyerek gidemeyeceğiniz bir yerlere de götürmüyorlar.
Kanaldan içeri doğru yürüdüğümüzde Burg yani kale meydanı çıkıyor karşımıza. Ama bu meydanın adını aldığı kale çoktan yıkılmış. Şimdi meydanda Stadhuis yani belediye sarayı yer alıyor. Bu bina 1376 - 1420 yılları arasında gotik tarzında yapılmış. Turizm bürosu da bu binanın içinde.
Belediye binasının hemen yanında Heilig-Bloedbasiliek yani kutsal kan bazilikası var. Kiliseye giriş ücretsiz, hazineliğe giriş ücretli. Kilisenin içinde iki küçük şapel var. Biri 12.yy romanesk tarzındayken, diğeri 16.yy gotik tarzında.
Bazilika adını içerisinde İsa'nın bir damla kanının olduğu iddia edilen küçük bir şişeden alıyormuş. Bu şişe yılda bir kez şapelden çıkartılarak Brugge sokaklarında gezdiriliyormuş. Öğle yemeğinde yine fiks menü olan bir restoran tercih ettik, adı Opus Latino.
Lazanya ve çorbadan oluşan menu cok lezzetliydi. Ama Arda'ya da bir porsiyon söyleyince her zamanki gibi fazla geldi. Restoranın manzarası da çok güzel. Yemek molasından sonraki durağımız Markt.
Bu büyük meydan kentin ticari merkezi. Meydanin bir kenarında Belfort-Hallen yani çan kulesi var.
Çan kulesi 13.yy'da inşa edilmiş. 15.yy'da bu kuleye bir de saat eklenmiş.
Duraklarımız burada sona erdi. Biz de güzel manzaralar eşliğinde Brugge sokaklarında kaybolarak dolana dolana tren istasyonuna ulaştık ve Brüksel'e döndük.
Brugge turistik haritasına buradan ulaşabilirsiniz. Biz trenle geldiğimizden, haritanın alt kısmında bulunan istasyondan kuzeye doğru ilerlemeye başladık. Yemyeşil bir park ve durgun bir nehir karşıladı bizi. Gezimize başlar başlamaz Brugge bütün romantizmini ortaya koydu.
İlk durağımız Minnewater (Aşk Gölü). Bu dikdörtgen şeklindeki gölün çıkışı alüvyonlarla dolmadan önce Brugge'ün iç limanıymış. Ağaçların ve şirin binaların gölün üzerindeki yansımaları mükemmel görünüyor.
İkinci durağımız Begijnhof, 1245 yılında kurulan bir manastır. 20.yy'a kadar terk edilmiş ve kaybolmuş kadınlar için bir sığınma evi olarak faaliyet göstermiş. Beyaza boyalı evlerin çevrelediği iç avluda devasa ağaçlar var. Manastırın kapısından girdiğiniz an etraftaki ikaz tabelaları sizi sessizliğe davet ediyor.
St. John's hospital ve Gruuthuse müzesinin yanından geçerek yolumuza devam ediyoruz. Bu müzede Michelangelo'nun "madonna and child" heykeli sergileniyormuş. Ama biz müzenin içine girmedik. Bir kahve molası verdikten sonra yürümeye devam ettik. Bir dönem Brugge'de yaşamış Jan Van Eyck gibi Flaman ustaların eserlerinin sergilendiği bir başka müze ise Groeninge müzesi. Brugge kendisi bir açık hava müzesi gibi olduğundan müzelere girme ihtiyacı hissetmedik.
Işte bot turlarının başladığı Brugge'de en çok fotoğraflanan yer. Biz bot turuna katılmadık, çok sıra vardı ve küçücük botlar çok kalabalık görünüyordu. Arda'yı zapdetmeye çalışmaktan etrafa bakamayız diye düşündük. Zaten yürüyerek gidemeyeceğiniz bir yerlere de götürmüyorlar.
Kanaldan içeri doğru yürüdüğümüzde Burg yani kale meydanı çıkıyor karşımıza. Ama bu meydanın adını aldığı kale çoktan yıkılmış. Şimdi meydanda Stadhuis yani belediye sarayı yer alıyor. Bu bina 1376 - 1420 yılları arasında gotik tarzında yapılmış. Turizm bürosu da bu binanın içinde.
Belediye binasının hemen yanında Heilig-Bloedbasiliek yani kutsal kan bazilikası var. Kiliseye giriş ücretsiz, hazineliğe giriş ücretli. Kilisenin içinde iki küçük şapel var. Biri 12.yy romanesk tarzındayken, diğeri 16.yy gotik tarzında.
Bazilika adını içerisinde İsa'nın bir damla kanının olduğu iddia edilen küçük bir şişeden alıyormuş. Bu şişe yılda bir kez şapelden çıkartılarak Brugge sokaklarında gezdiriliyormuş. Öğle yemeğinde yine fiks menü olan bir restoran tercih ettik, adı Opus Latino.
Lazanya ve çorbadan oluşan menu cok lezzetliydi. Ama Arda'ya da bir porsiyon söyleyince her zamanki gibi fazla geldi. Restoranın manzarası da çok güzel. Yemek molasından sonraki durağımız Markt.
Bu büyük meydan kentin ticari merkezi. Meydanin bir kenarında Belfort-Hallen yani çan kulesi var.
Çan kulesi 13.yy'da inşa edilmiş. 15.yy'da bu kuleye bir de saat eklenmiş.
Duraklarımız burada sona erdi. Biz de güzel manzaralar eşliğinde Brugge sokaklarında kaybolarak dolana dolana tren istasyonuna ulaştık ve Brüksel'e döndük.
Etiketler:
belçika,
Brugge,
çocukla yurtdışı tatili
Yer:
Brugge, Belçika
22 Mart 2020 Pazar
Brüksel
Brüksel'e ziyaretimiz sebebiyle yeni açılan havaalanını deneme şansımız da oldu. Ankara'dan aktarmalı uçmak gerçekten çok rahat. İstanbul kalabalığına girmeden ayrı bir yerden dış hatlara geçiş yapabiliyorsunuz.
Atatürk havaalanında da böyle bir geçiş vardı fakat sadece uçuşunuza 1 saat kalmışsa geçmenize izin veriyorlardı. Brüksel'de kaldığımız yer çok merkeziydi ve fiyat/performans oranı çok iyiydi. Merkez tren garına yürüme mesafesindeydi. Bavullar ve çocukla rahatça ulaştık.
Odamız Place de l'Agora - Place du Marché aux herbes meydanına bakıyordu. Brüksel'de dil olarak hem Fransızca hem de Flamanca kullanılıyor. Bu sebeple, sokak ve bina isimlerinin iki dildeki karşılığı da yazılıyor.
Brüksel'in merkezi zaten küçük bir yer. Turistik olarak görülecek yer sayısı da görece az. Bu şehirde kalma sebebimiz hem bu şehri hem de yakınlardaki Brugge'ü görmek. İlk durağımız Grand Place. Otelimizden bir kaç adım yürüyerek meydana ulaşıyoruz. Heryerde çinli turistleri görmeye alışkınız ama Brüksel'de bizi Hintli turistler karşılıyor. Hafif bir yağmur çiseliyor ve meydan boşalıyor. Bu boş hali bizim için daha güzel. Mayıs'ta gitmemize rağmen hava soğuk. Uzun süredir Leuven'de yaşayan arkadaşım sizin şansınıza dedi. Meydan gerçekten çok güzel. İnsan binalardaki taş işçiliğine hayran kalıyor. Avrupa'da alışık olduğumuz gibi bu meydanda da bir çok kafe/restoran var. Bu meydanda Ağustos ayında çicek festivali düzenliyormuş. Biz denk gelmedik ama internette meydanın çiçekli halinin fotoğraflarını gördüm. Muhteşem görünüyordu. Meydanda ilk dikkat çeken yapı, otel odamızdan da görülebilen uzun çan kulesiyle Hotel de Ville.
Yani belediye sarayı. Bugün hala aktif olan binanın bazı salonları düğünler için kullanılıyormuş. Zemin katta ise turizm bürosu bulunuyor. Hotel de Ville'in hemen karşısında Maison du Roi yani Kral'ın evi yer alıyor.
Meydandan sonraki durağımız Manneken Pis. Bu küçük işeyen çocuk heykelinin neresi turistik ben bir anlam veremedim. Önü de fotoğraf çekmeye çalışan turistlerle dolu. Bu heykelin 800 tane giysisi varmış sürekli değiştiriyorlarmış. Yağmur yine başlayınca herkes kaçıştı. Biz de hemen karşıdaki bara girdik. İyi ki de girmişiz. Değişik biraları tadıp kalabalıkları uzaktan izleyip dinlenebileceğiniz güzel bir yer.
Biraz dinlendikten sonra turist rehberlerinde yer alan süslü Borsa binasına gittik. Hava yağmurlu ve akşam olmak üzere olduğundan yemek için rehberde önerilen Rue de Boutchers yani Butchers street (kasap sokağına) doğru yürüdük. Bu sokakta uygun bütçeli birçok restoran var ve hemen hemen hepsinde başlangıç tabağı (yada çorba), ana yemek, içecek ve tatlıdan oluşan fiks fiyatlı menüler var.
Biz porsiyonları bilemedigimizden Arda'ya da bir menü söyledik ama menüler baya doyurucuymuş. 1 menü ikimize de yetermiş. Otelimize dönerken Galeries Royales St-Hubert içinden geçtik. 1847 yılında yapılan bu kemerli alışveriş çarşısında çok şık mağazalar ve birkaç restoran var.
Sağlı sollu dükkanlar yüksek cam tavanla birbirine bağlanıyor. Buarada Brüksel'de adım başı çikolata dükkanı var. Hepsinde tadım yaptırıyorlar. Biz otelin yanındaki chocopolis'ten aldık. Farklı çeşit çikolatalardan karışık bir kutu yapabiliyorsunuz. Üç kutu alana bir kutu bedava gibi kampanyalar da mevcut.
Atatürk havaalanında da böyle bir geçiş vardı fakat sadece uçuşunuza 1 saat kalmışsa geçmenize izin veriyorlardı. Brüksel'de kaldığımız yer çok merkeziydi ve fiyat/performans oranı çok iyiydi. Merkez tren garına yürüme mesafesindeydi. Bavullar ve çocukla rahatça ulaştık.
Odamız Place de l'Agora - Place du Marché aux herbes meydanına bakıyordu. Brüksel'de dil olarak hem Fransızca hem de Flamanca kullanılıyor. Bu sebeple, sokak ve bina isimlerinin iki dildeki karşılığı da yazılıyor.
Brüksel'in merkezi zaten küçük bir yer. Turistik olarak görülecek yer sayısı da görece az. Bu şehirde kalma sebebimiz hem bu şehri hem de yakınlardaki Brugge'ü görmek. İlk durağımız Grand Place. Otelimizden bir kaç adım yürüyerek meydana ulaşıyoruz. Heryerde çinli turistleri görmeye alışkınız ama Brüksel'de bizi Hintli turistler karşılıyor. Hafif bir yağmur çiseliyor ve meydan boşalıyor. Bu boş hali bizim için daha güzel. Mayıs'ta gitmemize rağmen hava soğuk. Uzun süredir Leuven'de yaşayan arkadaşım sizin şansınıza dedi. Meydan gerçekten çok güzel. İnsan binalardaki taş işçiliğine hayran kalıyor. Avrupa'da alışık olduğumuz gibi bu meydanda da bir çok kafe/restoran var. Bu meydanda Ağustos ayında çicek festivali düzenliyormuş. Biz denk gelmedik ama internette meydanın çiçekli halinin fotoğraflarını gördüm. Muhteşem görünüyordu. Meydanda ilk dikkat çeken yapı, otel odamızdan da görülebilen uzun çan kulesiyle Hotel de Ville.
Yani belediye sarayı. Bugün hala aktif olan binanın bazı salonları düğünler için kullanılıyormuş. Zemin katta ise turizm bürosu bulunuyor. Hotel de Ville'in hemen karşısında Maison du Roi yani Kral'ın evi yer alıyor.
Meydandan sonraki durağımız Manneken Pis. Bu küçük işeyen çocuk heykelinin neresi turistik ben bir anlam veremedim. Önü de fotoğraf çekmeye çalışan turistlerle dolu. Bu heykelin 800 tane giysisi varmış sürekli değiştiriyorlarmış. Yağmur yine başlayınca herkes kaçıştı. Biz de hemen karşıdaki bara girdik. İyi ki de girmişiz. Değişik biraları tadıp kalabalıkları uzaktan izleyip dinlenebileceğiniz güzel bir yer.
Biraz dinlendikten sonra turist rehberlerinde yer alan süslü Borsa binasına gittik. Hava yağmurlu ve akşam olmak üzere olduğundan yemek için rehberde önerilen Rue de Boutchers yani Butchers street (kasap sokağına) doğru yürüdük. Bu sokakta uygun bütçeli birçok restoran var ve hemen hemen hepsinde başlangıç tabağı (yada çorba), ana yemek, içecek ve tatlıdan oluşan fiks fiyatlı menüler var.
Biz porsiyonları bilemedigimizden Arda'ya da bir menü söyledik ama menüler baya doyurucuymuş. 1 menü ikimize de yetermiş. Otelimize dönerken Galeries Royales St-Hubert içinden geçtik. 1847 yılında yapılan bu kemerli alışveriş çarşısında çok şık mağazalar ve birkaç restoran var.
Sağlı sollu dükkanlar yüksek cam tavanla birbirine bağlanıyor. Buarada Brüksel'de adım başı çikolata dükkanı var. Hepsinde tadım yaptırıyorlar. Biz otelin yanındaki chocopolis'ten aldık. Farklı çeşit çikolatalardan karışık bir kutu yapabiliyorsunuz. Üç kutu alana bir kutu bedava gibi kampanyalar da mevcut.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)