Great Court |
Great Court |
Müzenin en kalabalık kısmı girişteki Antik Mısır bölümü. Müzeye giriş ücretsiz. İçeride bir sürü okul grubu var. Great Court'un sol tarafındaki Antik Mısır bölümünde bizi ilk karşılayan şey Rosetta taşı. Bu taş, Napoleon'un ordusu tarafından keşfedilmiş ve hiyerogliflerin deşifre edilmesinde kullanılmış. British Museum'u Google arts and cultures uygulamasını indirerek siz de sanal olarak gezebilirsiniz.
Zemin katındaki Antik Mısır bölümünde daha çok heykeller ve taş üzerine oyulmuş resimler var. Buradan Asur bölümüne geçiliyor. Burada Asur heykelleri ve rölyefleri var. Taş sütunlar İÖ 710'dan beri bozulmadan kalmış. Bu müze için de bol bol Gombrich'ten alıntı yapacağım. "Mezopotamya Kralları, eski zamanlardan beri, savaş zaferlerini, yendikleri kabileleri ve aldıkları ganimetleri anlatmak için anıtlar yaptırma geleneğini gütmüşler ve bu anıtlar, kralın savaş seferlerinin resimsel bir öyküsüne dönüşmüş.
Bu kabartmalarda, bir savaş seferinin tüm aşamaları resmedilmiş. Bunlara bakarken 2000 yıl öncesinden bir haber filmi izliyor gibi oluyoruz. Gerçek ve inandırıcı sahneler bunlar. Fakat daha dikkatli baktığınızda ilgi çekici bir durumla karşılaşıyoruz. O korkunç savaşlarda birçok ölü ve yaralı verildiği halde, içlerinden bir tanesi bile Asurlu değil. Demek, böbürlenme ve propaganda sanatı daha o zamanlarda gelişmiş."
Bir sonraki durağımız Antik Yunan ve Roma. Bu bölümde en çok merak ettiğimiz şey tabiiki Parthenon. Bizim de gezip gördüğümüz Atina'daki Acropolis'in bir parçası olan Parthenon'un çok uzun ve karmaşık bir hikayesi var. Yaklaşık 2500 yıl önce inşa edilen tapınak Yunan tanrıçası Athena'ya adanmış. Yıllar içinde yapı bir harebeye dönüşmüş. İlk hasar, M.S. 500'de bir kiliseye çevrildiğinde oluşmuş. 1678 yılında şehir Venediklilerin hakimiyetindeyken, Parthenon, barut deposu olarak kullanılmış.
Büyük bir patlama çatıyı uçurmuş ve kalan heykellerin büyük bir kısmı yok olmuş. Yapı o zamandan beri harabe görünümündeymiş. Arkeologlar, kalan heykellerin yapıya geri monte edilemeyeceği konusunda hemfikirmiş. 1801 ve 1805 yılları arasında Lord Elgin, Osmanlı İmparatorluğunda İngiliz büyükelçisi olarak görev yapıyormuş. Atina'daki yerel rehberimizin anlattığına göre Osmanlı imparatoruna "biz sizden bu eski taşları alalım, size yeni taşlar verelim" diyerek taşları İngiltere'ye getirtmiş. British Museum'daki bilgi notunda bu şu şekilde açıklanmış, "Osmanlı yönetiminin bilgisi ve izni dahilinde". Bu mermerleri Lord Elgin getirttiğinden, Britanya Müzesindeki Parthenon kalıntıları aynı zamanda Elgin mermerleri olarak da biliniyor. Bu mermerlerin Yunanistan'a mı İngiltere'ye mi ait olduğu hala tartışma konusu. İngilizler mermerlerin, dünyanın bütün kültürlerinin sergilendiği Britanya müzesinde bu bütünün bir parçası olduğunu iddia ediyorlar. Ayrıca, Londra'yı dolayısıyla müzeyi dünya çapında daha çok turistin ziyaret ettiğini ve mermerlerin daha çok insan tarafından görülebildiğini iddia ediyorlar. Bir başka argümanları ise British Museum'un bedava gezilebilmesi. Müze tarafından hazırlanan bilgi notunun her sayfasında mutlaka "free of charge" ifadesi yer alıyor. Bana kalırsa mermerler ait oldukları yere, Atina'ya dönmeli ama dönüş yolculuğu bu eski taşlar için oldukça zorlu olabilir tabi. "Parthenon tapınağının iç duvarlarının üstünde çepeçevre uzanan uzun bantın yada frizin üzerindeki süslemeler, tanrıça onuruna yılda bir kez yapılan bir töreni gösteriyor. Bu törenlerde, her zaman spor oyunları ve gösteriler yapılırdı." (Gombrich).
Atina'daki Acropolis'te yer alan ve bazı parçaları British museuma getirilen bir başka yapı ise Erechtheion. Erechtheion'un güney taraçasında, Karyatid adı verilen altı genç kız heykeli yer alıyor. Karyatid aslında köken olarak Karyai kızlarına verilen isim. Bu heykeller aynı zamanda taraçanın çatısını taşıyor. Hava koşullarından ve kirliliğinden dolayı kötü durumda olan 5 adet karyatid, yerlerinden alınarak Acropolis müzesine taşınmış. Biz de Atina'ya gittiğimizde bu heykelleri görme şansına sahip olmuştuk. Açık havada bulunan Erechtheion tapınağına ise bu heykellerin taklitleri yerleştirilmiş. 6. Karyatid, Lord Elgin tarafından, Parthenon kalıntılarıyla birlikte British museum'a taşınmış. Bu karyatid kardeşlerinden daha korunaklı bir ortamda sergilendiğinden, daha iyi durumda. Fakat izinsiz bir girişim sonucu temizlenmeye çalışılırken, yüzeyi aşındırılmış. Britanya müzesinde bulunan karyatidin peplosu (kadınların giydiği dikişsiz bir kumaş) omzundan bir iğne ile tutturulmuş. Saçları örülmüş ve şimdi kayıp olan ellerinden birinde bir kap tuttuğu düşünülüyor. Erechtheion'un çatısını kafasında bir sepet gibi taşıyor ve bütün ağırlığını sağ ayağına vermiş gibi duruyor.
Yine Antik Yunan ve Roma bölümünde yer alan ve ilgimizi çeken bir diğer eser ise Halikarnas Mozolesi. Bu mozole aslında Türkiye sınırları içerisinde Bodrum'da yer alıyor fakat, onun da kalıntıları Parthenon gibi British Museum'a taşınmış. Anıt; Pers İmparatorluğu’nun Kralı Mausollos için yapılmış. Kral Mausollos anıtın inşasını kendisi başlatmış, o öldükten sonra da hem karısı hem de kız kardeşi olan (kardeşiyle evlenmiş sanırım) Artemisia tarafından yaptırılmış. Günümüzde kullanılan mozole kelimesi aslında bu yapıdan dolaylı olarak bu kralın isminden geliyor.
Dünyanın 7 harikasından biri sayılan, kolonları ile Yunan mimarisini, piramit şeklindeki çatısıyla da Mısır mimarisini bir araya getiren, çok büyük ebatlardaki bu mezar, bu öneminden ötürü kendinden sonra gelen, aynı stildeki bütün yapılara ismini vermiş. Anıt deprem sonucunda yıkılmış. 1402 tarihinde Saint Jean şövalyeleri Bodrum’a geldiklerinde abideyi yıkık olarak görmüşler. Şövalyeler abideyi taş ocağı olarak kullanmışlar ve hemen hemen bütün taşlarını sökerek Bodrum Kalesi’nin inşasında kullanmışlar. Lord Stratford Canning (Türkiye’de bulunan İngiltere Büyükelçisi), 1846 senesinde Padişah Abdülmecit’ten aldığı izinle Bodrum Kalesi’nin duvarlarında görülen Mausoleion kabartmalarını Londra’ya götürmüş. İngiliz arkeolog Newton ise, 1856-1857 senelerinde burada yaptığı kazı sırasında bulmuş olduğu kabartmaları, Mausolos ve Artemisia’nın heykellerini, dört atlı arabanın parçalarını British Museum’a götürmüş.
Ksanthos'tan British museum'a getirilen birbaşka eser ise Harpy anıtı. Harpyler yarı kuş yarı insan olan ve ölümü simgeleyen yaratıklarmış. Harpylerin ölülerin ruhlarını göğe taşıdığı düşünülürmüş. Ksanthos, Antalya ile Fethiye arasında yer alıyor ve şanslıyım ki ben de orayı gezdim (yandaki fotoğraf Ksanthos'tan). Xanthos’taki Harpiler anıtı kent içinde tiyatronun yanında duruyor. Adını Harpy frizinden alan bu anıtın kabartmaları 19. Yüzyılda Londra’ya götürülmüş ve bugün Ksanthos'taki yerine alçı kopyaları konmuş. Ksanthos'tan British Museum'a taşınan başka bir eseri anlatmadan önce Ksanthos'luların kahramanlık hikayesini anlatmak istiyorum. Şehir, İ.Ö. 546'da Pers kumandanı Harpagos tarafından kuşatılmış. Xanthoslular, kahramanca karşı koyup direnmelerine rağmen çaresiz duruma düştüklerinde, kadın ve çocuklarını öldürüp şehri ateşe vererek insansız ve harap bir şehri Harpagos'a bırakmışlar. Bu toplu intihardan o sırada şehirde bulunmayan 80 aile kurtulmuş ve kurtulanlar şehirlerini yeni gelen göçmenlerle yeniden kurmuşlar.
Ksanthos'tan British Musuem'a getirilen bahsedeceğim son eser, İ.Ö. 4. yy.a ait Payava lahdi. Bu lahdin kaidesi dışında tümü British Museum'a taşınmış. Mezarın üzerindeki yazıttan, mezarın Ksanthos şehri hükümdarı Payava'ya ait olduğu anlaşılmış. Şuanda 3.5 metre olan görkemli lahdin orjinali 7 metreymiş. Lahitteki oymalarda, hem Yunan hem de Fars geleneklerinden gelen semboller görünüyor. Antalya'daki rehberimizin anlattıklarından hatırladığım kadarıyla, genel olarak Likya mezarlarında görülen, lahdin kenarındaki çıkıntılar hem dekoratif amaçlı, hem de bu ağır lahdi yukarıya kaldırmak için kullanılıyormuş. Anlattığım gibi British Museum'da Türkiye topraklarından birçok eser var. Fakat hiçbirinin Türkiye'ye dönme gibi bir şansı yok. Yunanistan'dan gelen eserler için "eserlerin ait olduğu yer British museum'dur" şeklinde broşür hazırlama gereği duyan müze, Türkiye'den gelen eserler için böyle bir zahmete bile katlanmamış.
Sıradaki bölüm, "Yaşayanlar ve Ölüler" isimli salon. Bu salonda, dünya çapında hayattaki zorluklarla farklı başetme yöntemleri konu edinilmiş. Bu bölümdeki önemli eserlerden biri de Şili'deki Doğu Adalarında bulunan Hoa Hakanai'a figürü. Bu salonun altında Afrika'dan getirilen eserler var.
Sağ tarafa devam ettiğinizde ise, Kuzey Amerika ve Meksiko'dan getirilen eserler var. Bunlardan en ilgi çekicileri turkuaz rengindeki maskeler. Yandaki maske, Aztek tanrısı Tezcatlipoca için yapılmış. Kenarlarından sarkan şeritler bu maskenin çeşitli seremonilerde giyildiğini gösteriyor.
Bir sonraki salon, birinci kattaki Çin bölümü. Sol tarafa doğru devam ettiğinizde ise Hindistan'dan gelen eserlerin olduğu bölüm var. Bu salondaki en ünlü eserlerden birisi, ateş çemberinde dans eden Şiva. Efsaneye göre, Şiva'nın saçlarından kutsal Ganj nehri yeryüzüne düşmüş. Hint inançlarına göre, Şiva, yandaki fotoğraftaki gibi dans efendisi Natajara olarak, bir kosmik döngünün sonunda ve başka bir kosmik döngünün başında görülürmüş. Bu yüzden Natajara, hem yaradılış hem de yıkımla ilişkilendirilirmiş. Bu sebeple, bir elinde ateş, diğer elinde zillerle tasvir edilmiş. Geleneksel Hindistan'da zaman batıdaki gibi doğrusal değil, döngüsel sayılıyormuş.
Bu taraftan bodrum katına indiğinizde, islam eserlerinin sergilendiği bölüm var. Burada iznik çinilerini görmeniz mümkün. Benim ilgimi çeken ise yandaki fotoğrafta da görülen hamamda giyilen takunyalar oldu.
Yine bu bölümde, kuzey Hindistan'dan getirilmiş, tek parçadan oyulmuş, yeşimtaşından yapılan tatlısu kurbağasını görmek mümkün. Bu eser üzerindeki usta işçilik onun oldukça gerçekçi görünmesini sağlıyor.
Üçüncü katın bir kısmında, orta doğudan eserler sergileniyor. Bu eserler Anadolu'dan, Mezopotamya'dan, doğu akdeniz ülkelerinden ve antik irandan getirilmiş.
Bu katın bir kısmında ise Mısır ve Sudan'dan eserler sergileniyor. Bu kısımda Mısır sanatıyla ilgili Gombrich'ten alıntı yapacağım: 'Mısır üslubu, her sanatçının gençlik çağından başlayarak öğremesi gereken, çok katı bir yasalar topluluğundan oluşuyordu. Oturan heykeller ellerini dizlerine koymak zorundaydılar. Erkeklerin tenleri, kadınlarındakinden daha koyu bir renkle boyanmalıydı. Her Mısır tanrısının görünümü, önceden sıkı sıkıya saptanmıştı. Gök tanrısı Horus'u ya bir doğan yada doğan başlı olarak; ölüm tanrısı Anubis'i de ya bir çakal ya da çakal başlı olarak gösterme zorunluluğu vardı. Hiç kimse sanatçıdan değişik bir şey istemiyordu. Kimse ondan özgün olmasını beklemiyordu. Tam tersine, geçmişin hayran kalınan anıtlarına en iyi yaklaşmasını bilen kişi, olasılıkla, en iyi sanatçı sayılıyordu. Bu yüzden, Mısır sanatı üç bin yıldan uzun süren zaman içinde, çok az değişmiştir. Piramitler döneminde iyi ve güzel sayılan her şey, bin yıl sonra da aynı derecede iyi sayılmaya devam edildi.'
Gezimizin tam bu bölümünde bir alarm çalmaya başladı. Sonra bir anons duyuldu. 'Lütfen sakin bir şekilde size en yakın çıkışa doğru ilerleyin' insanlar sakin bir şekilde binayı terk etmeye başladılar. Benim ilk aklıma gelen şey bir teror saldırısıydı. Biz de sakince kalabalığı takip ettik.
Binanın dışına çıktığımızda itfayenin geldiğini gördük. Acaba yangın mı çıktı diye düşünürken, ilerleyen saatlerde ısınan bir ampülün sensörleri harekete geçirdiğini öğrendik. British museum gezimizi burada bitirmek zorunda kaldık. Fakat, gezimizin aslında Oxford'a ayırdığımız son günü buraya dönmeye karar verdik. Oxford da başka bir zamana kaldı artık. Ben British museum'da son gün gezdiğimiz yerleri de bu yazımda anlatacağım.
Üst kattaki Antik Mısır bölümünden müzeyi gezmeye devam ettik. "Hıristiyanlığın doğuşundan sonraki yüzyıllarda, Roma sanatı ve Helenistik sanat, Doğu imparatorluklarının en etkili oldukları bölgelerde bile onların sanatının yerini aldı. Mısırlılar hala ölülerini mumyalamaya devam ediyorlardı, ama eski Mısır usulüyle ölüyle birlikte gerçeğe benzer imgesini gömmek yerine Yunan portre sanatının tüm inceliklerini bilen sanatçılara onları resmettiriyorlardı. Ucuza çalıştırılan iddiasız ustaların yapısı olan bu portreler, canlı ve gerçekçi görünümleriyle bizi hala etkiliyorlar." Gombrich'in de anlatmak istediği ve üsteki fotoğrafta da görüldüğü gibi, bu dönemden kalan mumya lahitlerinin yüz kısmında alışık olmadığımız bir portre var.
Antik Mısırlılar insanlar haricinde, tarihinin ilerleyen dönemlerinde tanrılarla ilişkilendirilen hayvanları da mumyalamışlar. Örneğin kediler, Tanrı Bastet ile ilişkilendirildiğinden dolayı mumyalanmış. Yandaki fotoğrafta görülen kedi mumyası Yunan ve Roma imparatorluğunun Mısır'da egemen olduğu geç Mısır döneminden kalmaymış. Britanya müzesinde yapılan araştırmalara göre, mumyalanan kedilerin çoğu doğal nedenlerle ölmemiş. Çoğu kedi mumyası ise arkeologlar tarafından incelenmeye fırsat olmadan yağmalanmış. 19.yy'da 180000 kedi mumyası gübre olarak kullanılmak üzere Britanya'ya getirilmiş. Britanya müzesi ile ilgili anlatacaklarım bu kadar. Zaten baya birşey yazdım.
British musuem'dan sonraki durağımız Covent Garden'dı. Burası biraz dükkanları gezip, biraz bişeyler yiyip içip biraz da sokak sanatçılarını izleyebileceğiniz bir yer. Biz de tam olarak böyle yaptık.
Müzikalden önce tiyatronun yakınındaki bir restorana girip yemek yedik. Tiyatroların bulunduğu West End'de birçok restaurant da var. Bu restoranların çoğunda tiyatro menüsü mevcut. Oyuna yada müzikale girmeden önce bu restoranların birinde yemek yiyebilirsiniz. Menude başlangıç tabağı, ana yemek, şarap ve salata var. Fiyatı da oldukça uygun.
Daha önce filmini de izlediğimiz müzikal çok güzeldi. ABBA şarkılarıyla eğlenceli bir akşam geçirdik. Otelimize de güzel bir Londra akşamı manzarası eşliğinde yürüyerek döndük ve böylece Londra'da güzel ve yorucu bir günü daha noktaladık.