6 Kasım 2016 Pazar

Volga Volga Beyaz Geceler: 9.gün, St. Petersburg

Ve turumuzun son günü yine St.Petersburg'da geçti. Kahvaltımızı yaptıktan sonra bagajlarımızı kamaramızın önüne çıkardık otobüse yüklemeleri için. Sonra da Peter'in yazlık sarayı Peterhoff'a doğru hareket ettik. Buradaki zamanımız da kısıtlıydı. Sarayı ve bahçelerini yine bir önceki günkü rehberle hızlı bir şekilde gezdik. Sonra da bizi evimize götürecek uçağa bindik :)
9 gün boyunca bizi çeşit çeşit kanallardan, nehirlerden ve göllerden geçiren, Moskova'dan St.Petersburg'a kadar taşıyan nehir gemimize St.Petersburg limanında veda ettik.
Yazlık Saray olarak da anılan Peterhof Sarayı, gerçekten görülmesi gereken bir yer. Bu tur ekstraydı ve verdiğimiz paraya kesinlikle değdi. Kışlık Saray'ı da kapsayan Hermitage Müzesi'ni bir gün önce gezmiştik. Yazlık Sarayı da görerek St.Petersburg gezimizi tamamladık.
https://en.m.wikipedia.org/wiki/Peterhof_Palace#/media/File%3ARUS-2016-Aerial-SPB-Peterhof_Palace.jpg bu linkteki resim Peterhof Sarayının güzelliğini anlamanızı sağlıyor. Sarayın ve bahçelerinin ilk tasarımı Fransız mimar Jean Baptiste Le Blond tarafından yapılmış. Büyük Pedro'dan sonraki her çar bu saraya eklemeler yapmış, fakat bu saray kompleksinin büyük bölümü Büyük Pedro tarafından 1725 yılında tamamlanmış.
Sarayın üst kısmında ayrı, alt kısmında ayrı bahçeler var. Fıskiyelerin ve havuzların çoğunluğu denize açılan alt bahçede yer alıyor. Ama üst bahçe de bence görülmeye değer. Sarayın içi de dışı gibi görkemli ama ne yazıkki fotoğraf çekimine izin vermiyorlar. Sarayın içinde en ilgimi çeken bölüm, Rusya'nın deniz savaşları anısına yapılan Çeşme salonuydu. Evet yanlış okumadınız "Çeşme" salonu. Bildiğimiz İzmir Çeşme.
Bu bölümdeki 12 adet yağlı boya Çeşme Deniz Muharebesi'ni tasvir ediyor. Bu muharebe, 5-7 Temmuz 1770 tarihleri arasında Rus donanması ve Osmanlı donanması arasında Çeşme körfezi açıklarında yapılmış. 1768-1774 Osmanlı - Rus Savaşı'nın bir parçası olan bu çatışmanın sonucunda Osmanlı Donanması Ruslar tarafından tamamen yok edilmiş. Salondaki tablolar, 1771 - 1773 yılları arasında Alman ressam Jacob Philipp Hackert tarafından yapılmış.
Ressamın ilk yaptığı çalışmalar gerçekçi bulunmamış. Bu sebeple, II.Katrine, daha önce savaş görmemiş olan ressamın daha gerçekçi tablolar yapabilmesi için İtalya'nın Livorno limanında bir fırkateyni havaya uçurmuş. Ortaya çıkan tablolar Çeşme savaşını tam olarak yansıtamasa da bir deniz savaşının atmosferini ve yıkımını hissetmenize yardımcı oluyor. Tabloları merak ettiyseniz bu linkten bakabilirsiniz: http://www.ticketsofrussia.com/peterhof/museums/grpal/ind3.html
Alt bahçelerdeki fıskiyeler sanırım saat 11:00 gibi açılıyor. Fıskiyeler açıldığında biz sarayın içini geziyorduk. Büyük bir kalabalık ise dışarıda fıskiyelerin açılmasını bekliyordu. Sarayın içini gezmek için ayrı, bahçelerini gezmek için ayrı bilet almanız gerekiyor sanırım. Bizim bilet işini rehber hallettiği için çok bir bilgim yok. Sarayın içini gezdikten sonra alt bahçelere doğru hızlıca yol aldık. Fotoğraf çektirmek için bile çok vaktimiz olmadı.
Fıskiyelerin döküldüğü havuz en sonunda denizle buluşuyor. Bu saray gerçekten masallarda gördüklerimize benziyor. Etraftaki turist kalabalığı olmasa kendinizi bir masalın içinde sanabilirsiniz.
Saray bahçelerinin denizle buluştuğu yerden Baltık Denizi'ne giren insanlar vardı. Biz ayağımızı ucundan sokmakla yetindik.
Saray ve bahçeleri gerçekten çok güzel ama artık eve dönme zamanı geldi. Peterhof Sarayı ile birlite Rusya'ya da veda ettik. Genel olarak Rusya izlenimlerim olumluydu. Volga Volga Beyaz Geceler turu ise olağanüstüydü. Hem bir Avrupa hem de doğu ülkesi havası vardı bence Rusya'da. Bu sebeple, Avrupa ülkelerine göre Rusya'ya daha yakın hissettim kendimi. Bir sonraki macerada görüşmek üzere...

23 Ekim 2016 Pazar

Volga Volga Beyaz Geceler: 8.gün - St.Petersburg

Volga Volga Beyaz Geceler turumuzun son durağı St.Petersburg. Mokova'da olduğu gibi bu şehirde de iki gün ve bir gece geçirdik. İlk gün için programımız yandakinden biraz farklıydı. Panaromik kısa bir şehir turunun ardından merakla beklediğimiz dünyanın en büyük müzelerinden biri olan Hermitaj müzesi gezisi. Daha sonra kanal turu. St.Petersburg, dünyaca ünlü bir turist merkezi. Rusya'nın en büyük ikinci şehri. Baltık denizi ve Neva nehri kıyısına kurulan şehrin nüfusu 5 milyondan fazla. Daha önceki yazılarımda da anlattığım gibi, St.Petersburg şehri, Rus Çarı I.Peter tarafından planlanmış ve 1703 yılında Moskova'nın yerine başkent ilan edilmiş. Rus devriminin olduğu 1918 yılına kadar Rusya'nın başkentliğini yapmış. I.Dünya savaşı sırasında, Rusya ve Almanlar savaş halindeyken şehrin adı olan Sankt Peterburg Almanca gibi algılandığından, Petrograd olarak değiştirilmiş.
1924 yılında, Lenin'in ölümünden 5 sene sonra, Petrograd adı Leningrad olarak değiştirilmiş. 1991 yılında, Sovyetler Birliği yıkılınca şehrin adı tekrar St.Petersburg olarak değiştirilmiş. Şehir tabiki Unesco Dünya Mirası listesinde. Kanallarla kaplı şehir, "Kuzeyin Venedik'i" olarak tanımlanıyor. Haziran ayında meşhur "Beyaz Geceler" başlıyor. Biz aslında resmi olarak beyaz geceleri yaşamadık çünkü mayıs sonunda oradaydık ama yine de geceler oldukça beyazdı :)
Panaromik şehir turumuzun duraklarından biri, Voskresenia Khristova Kilisesi (yukarıda fotoğrafı görülen). Kilisenin adı Türkçeye "Kurtarıcı Kan Kilisesi" gibi çevriliyor sanırım. 1883 yılında inşaatı başlayan kilise, 1907 yılında tamamlanmış. İçerisine girmedik ama dışarıdan bir Ortadoks kilisesi olduğunu fazlasıyla hissettiriyor insana. Bütün Ortadoks kiliseleri gibi süslü. Hatta fazlasıyla süslü :) Panaromik şehir turumuzun bir diğer durağı, Peter ve Paul kalesi.
Kale, şehrin kurucusu I.Peter tarafından inşa ettirilmiş. Bugün, St.Petersburg tarihi müzesi olarak hizmet veriyor. Biz önünden geçerken kalenin baheçsindeki yeşil çimenlerde insanlar bikinileriyle güneşleniyorlarlardı. Deniz sezonu açıldığında, insanlar kalenin kenarından  Baltık Denizi'ne dökülen geniş nehrin sularına kendilerini bırakıyorlarmış. Ve sırada ünlü "Hermitage". Hermitage müzesi dünyadaki en eski ve en büyük müzelerden biri. Başka bir deyişle, ölmeden önce görülmesi gereken yerler listesinde. 1974 yılında daha önce bahsettiğim II.Katerina (http://two-turtles-ontheway.blogspot.com.tr/2016/03/volga-volga-beyaz-geceler-goritsi.html) tarafından kurulmuş ve 1852 yılında halka açılmış. Müzedeki eserlerin tamamının sergilenmesi mümkün değil çünkü 3 milyondan fazla eser var.
Müze, dünyadaki en büyük resim koleksiyonuna sahip. Hermitage müzesi 6 tarihi binaya yayılmış durumda: Rıhtım Sarayı, Kışlık Saray, Menshikov Sarayı, Porselen Müzesi, Staraya Derevnya Depo Tesisi, Genelkurmay binasının doğu kanadı. 13.yy'dan 20.yy'a kadar tarihlenen birçok sanat eseri, 120 ayrı odada sergileniyor. Müzeye girer girmez hayran kalıyorsunuz zaten. Duvarlardaki müthiş süslemelere mi baksam yoksa tavandaki harika tabloya mı baksam şaşırıyorsunuz.
Girişte sizi masallarda görebileceğiniz merdivenler karşılıyor. Her köşe o kadar büyüleyici ki, elimdeki fotoğraf makinasıyla hangi kareyi çekeceğimi şaşırdım.
Altın Yazı Odası
Köşk Salonu
Köşk salonunda James Cox tarafından yapılan ve 18.yy'a tarihlenen altın tavuskuşu bir saat var.
Rafael Kemerleri












İtalyan Tavan Penceresi Odası
Müzenin çok geniş bir Rembrandt koleksiyonu var. Yanda fotoğrafı görülen 1668 tarihli tablonun adı: Savurgan Oğlun Dönüşü. Bu tablonun konusu, İncil'de geçen bir hikaye ile ilgiliymiş. Bir oğul, babasından ona kalacak mirası ister, baba ocağını terk eder ve bütün servetini boşa harcar. En sonunda, hasta ve fakir bir halde baba ocağına geri döner. Baba, gözyaşları içinde oğlunu karşılar ve affeder, aynı Tanrı'nın kendinden af dileyenleri affetiği gibi. Bu eser, sevgi, iyilik ve hayırseverlik ile ilgilidir. Olaya, insanlığın en büyük bilgeliği ve ilahi yüceliği olarak yaklaşılmış ve mutlak bir sessizlik ve sakinlik içerisinde işlenmiştir. Baba ve oğul figürlerindeki duygu ve dram derinliği Rembrandt tarafından duygusal bir hassasiyetle verilmiş. Sanatçının kabataslak fırça darbeleri, ustaca yapılmış bu resmin duygu ve çarpıcılığını vurguluyor. Rembrandt'ın bu kıssadan hissesi herkesin herkesin kalbinde yer ediyor: "Şüretmeliyiz ki bu oğul ölmüştü ve şimdi tekrar yaşıyor; kaybolmuştu ve bulundu."
"Haman Recognizes His Fate"
St. Petersburg programı çok yoğundu bu sebeple müzede ancak yarım gün geçirebildik. Bir günde bile layıkıyla gezemeyeceğiniz müzeyi yarım günde gezmek ancak içinden geçmek demek. Eserleri çok detaylı incelemek şöyle dursun, sadece önlerinden geçebildik. Gombrich'in kitabında geçen ve kitaptan alıntı yapmak istediğim bir tablo var. Ne yazıkki fotoğrafını çekmemişim ama bu adresten bakabilirsiniz: https://commons.m.wikimedia.org/wiki/File:Rembrandt_-_Biblical_Scene_-_WGA19127.jpg . "Rembrandt bir sahnenin içinde yatan anlamı ifade etmek için hiçbir zaman yapmacık veya abartılı hareketlere yer vermemiştir. Sanatçı, Davud ve Abşolom'un Barışması resminde Eski Ahit'te yer alan ve daha önce hemen hemen hiç resimlenmemiş bir konuyu, Davud peygamberle kötü oğlu Abşalom arasındaki barışmayı işlemiştir.
"Descent From Cross"
Rembrandt, Eski Ahit'i okuyup, Kutsal Toprak'ın krallarını ve kavimlereinin atalarını hayalinde canlandırmaya çalışırken, Amsterdam'ın kalabalık limanında gördüğü Doğuluları düşünüyordu. İşte bunun için Davud'a bir Hintli veya Türk gibi, koca bir sarık giydirmiş ve Abşalom'un beline Doğu'ya özgü kıvrık bir kılıç takmıştır. Rembrandt'ın ressam gözleri, Doğu'ya has giysilerin ihtişamından etkilenmiş, bu giysilerdeki değerli kumaş, altın ve müchevherlerin sunduğu çeşitli ışık oyunlarının büyüsüne kapılmıştır. Rembrandt'ın bu tür parıltılı yüzeylerin dokusunu vermede Rubens ve Valazquez kadar usta olduğunu görüyoruz. Rembrandt, parlak renkleri ikisinden de daha az kullanmıştır. Çoğu resminden ilk edinilen izlenim oldukça koyu bir kahverengi tonların hakimiyetidir. Ancak bu koyu tonlar yarattıkları güçlü kontrastla, resimdeki az sayıda canlı ve parlak rengi daha da vurgular. Bu nedenle, Rembrandt'ın bazı tablolarında, ışık neredeyse göz kamaştıracak kadar parlak görünür. Ne var ki Rembrandt, bu sihirli ışık ve gölge etkilerini, hiçbir zaman amaçsızca kullanmamış, sahnenin dramatikliğini hep bu yolla vurgulamıştır. Kibirli giysisiyle başını babasının göğsüne gömmüş genç prensin veya oğlunun baş eğişini sakin bir hüzünle kabul eden kral Davud'un davranışından daha dokunaklı ne olabilirdi? Abşalom'un yüzünü görmesek de, onun hissetmiş olması gereken duyguları biz de hissederiz."
"Woman in a Garden"
Müzede, Rembrandt haricinde, Leonardo da Vinci, Monet, Matisse, Pissaro, Van Gogh gibi ünlü ressamların da tabloları var. Yandaki tablo, Claude Monet tarafından yapılmış. "Monet, arkadaşlarını atölyelerini tamamen terk etmeye ve konuya bakmadan tek bir fırça bile sürmemeye çağırdı. Nehir manzarasının tüm durum ve etkilerini gözlemleyebilmek için, ufak bir kayığı atölye haline getirmişti. Onu ziyarete gelen Manet, bu genç adamın yönteminin doğruluğuna öylesine inandı ki ona saygısını göstermek için açık hava atölyesinde çalışırken resmini yaptı. Monet, tüm doğa resimlerinin "yapıldığı yerde" bitirilmesini savunuyordu. Bu düşünce, sadece alışkanlıkların değişmesini ve atölyedeki rahat ortamdan vazgeçmesini gerektirmiyor, ister istemez yeni teknik yöntemlerin de ortaya çıkmasına neden oluyordu. "Doğa" ya da konu (motif) sürekli olarak değişir: bulutlar güneşin önün kapatır, rüzgar sudaki yansımayı bozar. Doğanın kendine özgü bir anını yakalamayı ümit eden bir ressamın, boyalarını karıştırıp istediği renge bulamaya, hele eski ustaların yaptığı gibi kahverengi bir zemin üstüne tabakalar halinde sürmeye hiç vakti yoktur. Bunun için renkleri hızlı vuruşlarla tuvale geçirmesi ve bunu yaparken ayrıntılardan çok tüm resmin genel etkisine dikkat etmesi gerekir. İşte resimlerdeki bu bitmemişlik duygusu ve baştan savma görünen yöntem, eleştirmenleri sık sık çileden çıkarıyordu. Monet'nin çevresindeki genç manzara ressamları için kural dışı resimlerini Salon'a kabul ettirmek neredeyse imkansızdı. Bu sanatçılar 1874'te bir araya gelip, bir fotoğrafçının atölyesinde bir sergi düzenlediler. Bu sergide, adı katalogda "Impression: soleil levant" (İzlenim, gün doğumu) olarak geçen, Monet'nin bir tablosu vardı. Tablo, bir limanın, sabah sisleri arasından görünümüydü. Bu tablonun adını özellikle gülünç bulan bir eleştirmen, tüm bu sanatçılara "Empresyonistler" (İzlenimciler) adını verdi. Böylece, bu ressamların tablolarını sağlam bir bilgiye dayandırmadıklarını ve geçici bir anın izlenimini yeterli bulduklarını belirtmek istiyordu. "Empresyonist" adı tuttu. Bu addaki ince alay, tıpkı "Gotik", "Barok" veya "Maniyerist" nitelemelerinin aşağılayıcı anlamı gibi, kısa sürede unutuluverdi. Bir süre sonra sanatçılar, "Empresyonist" diye adlandırılmayı benimsediler ve o zamandan beri de "Empresyonistler" olarak anılırlar." (E. H. Gombrich, Sanatın Öyküsü).
"Henri Matisse Doğu halılarının ve kuzey Afrika manzaralarının renklerini inceledi ve modern tasarım anlayışına büyük etkisi olan bir üslup geliştirdi. Yandaki resim, onun 1908'de yaptığı, "La Desserte" (Yemek Sonrası) adlı bir tabloyu gösteriyor. Matisse gördüğü sahneyi dekoratif bir desene çevrimede çok daha ileri gitmiştir. Duvar kağıdındaki ve masa örtüsündeki motiflerle masanın üstündeki nesneler arasındaki etkileşim, tabloya hakim olan deseni oluşturmaktadır. İnsan figürüyle pencereden görünen manzara da, desenin bir parçası olmuştur. Bu yüzden kadının ve ağaçların dış hatlarının sadeleşmesi ve formlarının bozularak duvar kağıdının çiçek motiflerine uyması, oldukça tutarlı gelmektedir. Matisse'in kendisi, bir an bile olsun, entelektüel tavrın karşısında olmadığı halde, resimlerindeki sade çizgilerde ve parlak renklerde çocuk resimlerinin dekoratif etkisinden bir şeyler var. Bu onun güçlü yanıydı. Ama aynı zamanda da zayıf yönünü oluşturuyordu, çünkü çağdaşlarına bir çıkış yolu göstermesini sağlamadı." (E. H. Gombrich, Sanatın Öyküsü).
Hermitaj müzesinde Türklerin tarihine ait eserler de var. Altay dağlarının eteklerinde UKOK yaylası PAZIRLIK vadisinde yer alan, özellikle İskitlerin Türklüğü ile ilgili önemli ipuçları ve bulguların ortaya çıktığı tarihi arkeolojik alandan çıkartılan eserlere müzede oldukça büyük bir alan ayrılmış. Pazırlık kurganı, bölgede ele geçirilen objeler ve eserlerden dolayı UNESCO Dünya Mirası Listesine girmiş. Bulunan eserler arasında en değerlilerinden birisi İskit halısıymış. Dünyanın en eski halısı olarak nitelendirilen Pazırlık halısı, Hermitaj müzesinde sergileniyor. Ne yazıkki bu bölüm en sona kaldı ve çok hızlı gezdik. Rehberimiz tuvalet molası bile vermedi. Tuvalete gitmek isteyenler bu salonu görmeden bize yetişti. Ben de hızlıca birkaç fotoğraf ancak çekebildim. Pazırlık'ta bulunan atlı adam figürleri yukarıdaki fotoğrafta görünüyor. İncelemeler sonrasında Pazırlık halısının Türk menşeili olduğu belirlenmiş. Halıda gördes düğümü olarak bilinen Türk düğümünün kullanılması, desenlerin Türk desenleri ile olan benzerliği gibi birçok durum bu halının Türk halısı olduğunu göstermiş.
Tur programında müzeye yalnızca yarım gün ayrılmıştı ve St.Petersburg'da olduğumuz gün cuma olduğu için çok fazla trafik vardı. Trafikte beklerken de oldukça fazla zaman kaybettik. Bu nehir turunun en zayıf yanlarından biri de buydu. St. Petersburg ve Moskova'da geçirdiğimiz günler ikisinde de cumaya denk geldi ve çok trafik vardı. Müzenin hediyelik eşya mağazasından hızlıca birşeyler almaya çalışırken, rehberin dağıttığı kulaklıktan sesi geldi, grupla beraber müzeden çıkmış otobüse gitmek için karşıdan karşıya geçiyorlardı. Koştur koştur onlara yetiştik. Saint Isaac Katedralinin ancak önünden otobüsle geçecek kadar vaktimiz oldu.
Ünlü Astoria otelinin önünden de geçip, kanal turuna çıkacağımız teknenin yanına geldik. Kanal turunda havyar ve şampanya ikram ediyorlar. Karnımda Arda olduğu için benim şampanyamı tabiiki eşim içti. Gemimizin verdiği kumanyaları da bu teknede dağıttılar ve öğle yemeğimizi de burada yedik. Kanal turu ekstraydı ama kesinlikle tavsiye ederim çok keyifliydi.
Tur sırasında Hermitaj müzesinin nehir kenarından bir fotoğrafını da çekebildim. Böylece St. Petersburg'daki ilk günümüz sona erdi.

16 Nisan 2016 Cumartesi

Volga Volga Beyaz Geceler: Mandrogi

Nehir üzerinde St.Petersburg'dan önceki son durağımız Mandrogi. Svir Nehri kıyısında yer alan Mandrogi, doğası, temiz havası ve sakinliği ile ilgi çekiyor. Eski bir köy olan Mandgrogi, İkinci Dünya Savaşı sırasında yok olmuş. 1996'da bir Rus girişimcinin çabalarıyla tekrar canlanmış ve turizme açılmış. Sonuç olarak, nehir üzerinde tur yapan turist gemilerinin de uğrak bir limanı olmuş. Mandrogi'de açık havada yeşillikler içinde güzel bir gün geçirdik. Yürüyüş yaptık, mini hayvanat bahçesini gezdik, güzel ahşap binalar içinde yer alan hediyelik eşya atölyelerini ve hediyelik eşya mağazalarını ziyaret ettik. Meraklı olduğumuzdan burada bulunan votka müzesini de unutmadık. Müzede giriş ücretine dahil olan votkalarımızı yudumladık ve hediyelik olarak eve götürmek üzere votka aldık.
Kıyıda dağıtılan Mandrogi haritaları (yandaki resimde görülen) sayesinde yön bulmada zorlanmadık. II.Dünya savaşı sırasında köyde 29 hane varmış ve bunların hepsi yakılmış. Bu köyde yaşayan insanlar komşu köylere göç etmiş.
Şuanda köyde bulunan binaların bazıları bu eski köy evlerinin kalıntıları üzerine yapılmış. Bazıları ise sıfırdan yapılmış. Yandaki fotoğrafta bir köy evinin savaştan önceki hali ve ahalisi görülüyor. Şimdi Mandrogi'yi birbirinden güzel restore edilmiş evler süslüyor. Köyde konaklamak isteyenler için iki tane otel de mevcut. Köyün kalıcı nüfusu 150 insanla sınırlı. Ama günde 200'den fazla insan bu köyü ziyaret ediyormuş. Mandrogi yeniden inşa edildikten sonra burada 11 bebek doğmuş.
Köyde onlar için bir kreş ve bir okul bulunuyor. Köyde gezerken gözümüze yandaki fotoğrafta görülen sal takıldı. Bu sal, halatlarla iki kıyıya da bağlıydı. Sal üzerindeki adam, dümeni döndürerek ilerlemesini sağlıyordu. Biz de merak ettik ve sala binerek karşı kıyıya geçtik. Karşı kıyıda ağaçların içinde küçük bir hayvanat bahçesi vardı.
Biraz dolaştıktan sonra yemek saati gelmişti. Hergünkinden farklı olarak bu sefer öğle yemeğini dışarıda yedik. Gemi personeli biz dolaşırken mangalı yakmış ve etleri pişirmişti. Biz de afiyetle yedik :) Yemek sırasında ufak bir animasyon da yaptılar. Rusların çay seramonisini gösterdiler. Daha önce de söylemiştim sanırım. Ruslar da çayı bizim gibi içiyor. Hatta semaver kültürü bize Rusya'dan gelmiş.
Yemekten sonra sırada merakla beklediğimiz votka müzesi vardı. Birbirinden değişik votkaların olduğu müze gerçekten ilgi çekiciydi. İçinde ölü bir yılan olan votka şişesi vardı mesela ve şişenin içerisine nasıl soktuklarını merak ettiğimiz kocaman bir armutlu votka şişesi. Şişelerin şekilleri de değişik değişikti. Kalaşnikof şeklinde bir votka şişesi vardı mesela.
Hediyelik eşya dükkanları ve köyde yaşayanların oturduğu evler o kadar güzeldi ki Hansel'le Gratel masalındaki cadının evine benziyorlardı.
Evleri dışarıdan gördükten ve fotoğrafladıktan sonra haritada görülen küçük gölete gittik. Turist kalabalığından uzak ve çok sakindi.
Mandrogi'de bize ayrılan zamanın sonuna geldik ve gemimize geri döndük. Gemide aldığımız Rusça dersleri sonunda rehberimiz bize küçük bir yazılı sınav yaptı. Eşim ve ben 100 üzerinden 100 aldık :) Turda bizden başka 100 alan da yoktu :P Ukrayna'da öğrendiğim birkaç Rusça kelimenin de faydası olduğunu söylemeliyim. Rehberimiz bize hazırladığı sertifikaları verdi. Akşam yine gemide müzikli küçük bir eğlence vardı. Geminin nehir üzerinde yol aldığı son gece de böylece sona erdi.

27 Mart 2016 Pazar

Volga Volga Beyaz Geceler: Kiji

Nehir turumuzun 6. gününde durağımız Kiji adası. Kahvaltı sonrası Kiji adasına doğru gemiyle ilerlerken kaptanın köprüsünü gezme fırsatımız oldu.
Kiji adası, Onega gölünün kuzeyinde yer alıyor. Yönetim olarak Rusya Federasyonu Karelya Özerk Cumhuriyeti'ne bağlı. Karelya Cumhuriyeti'nin başkenti, Kiji adasına 68 km mesafede bulunan 300 bin nüfuslu Petrozavodsk. Ada ile başkent arasındaki ulaşım deniz otobüsleri ile sağlanıyormuş. Rehberimizin anlattığına göre kışın göl buz tutuyormuş ve ulaşım imkansız hale geliyormuş.
Kiji adasındaki yaşlı nüfus, kışın adayı terk etmek istemediğinden, zor geçen kışlarda, adaya yiyecekler helikopterle yukarıdan atılarak ulaştırılıyormuş. Kiji adasında bulunan Açık Hava Müzesi Unesco'nun dünya kültür mirası listesinde. Bu müzede Rus ahşap mimarisinden önemli örnekler var. Bunların arasında, 22 Kubbeli Ahşap Tecelli Kilisesi ve ahşap Rus köy evleri bulunuyor.
Tecelli Kilisesi, 1714 yılında yapılmış ve hiçbir çivi kullanılmadan sadece balta ve çam ağaçları kullanılarak inşa edilmiş. Balkanlarda olduğu gibi burada da yerel rehber almak zorunlu. Açık hava müzesine girince rehberimiz bizi biraraya topladı ve yerel rehberle tanıştırdı. Şakayla karışık bundan sonrasını size yerel rehberiniz anlatacak ben aradan çekiliyorum dedi. Yerel rehber bozuk bir Türkçe'yle "Merhaba" dedi ve durdu. O an herkes güldü.
Çünkü yerel rehberin Türkçe bilmediğini, sadece "Merhaba" diyebildiğini ve rehberimizin bize şaka yaptığını düşünmüştük. Bunun ardından yerel rehber akıcı bir Türkçe'yle konuşmaya başlayınca ağzımız açık kaldı. Meğer yerel rehber gerçekten Türkçe biliyormuş. Turist mevsiminde adada çalışıp kışın Türkiye'nin güney bölgelerine tatil yapmaya geliyormuş. Kiji'deki kiliselerin içi çok küçük. Bunun sebebi soğukmuş.
Kiliselerin içi küçük olduğunda daha çabuk ve kolay ısıtılabiliyormuş. Kiji adası, dünyada bulunduğum en kuzey nokta. Kuzey kutup dairesine oldukça yakın. Buna rağmen orada bulunduğumuz mayıs ayında olağanüstü bir sıcaklık vardı. Kuzey kutup dairesine bu kadar yakın bir yerde mayıs ayında t-shirtle gezdik. Hatta kafamızda şapka olmadan dışarı çıkamadık.
Açık müzede bulunan köy evlerinin içlerini de gezme fırsatımız oldu. Daha önce de söylediğim gibi kışın bu bölge çok soğuk olduğundan yataklarını, hem ısınmak hem de yemek pişirmek için kullandıkları ocağın hemen üstüne sererlermiş ve burada yatarlarmış.
Yandaki fotoğrafta görülen yel değirmenin altına yerleştirilen bir aparat sayesinde değirmen 360 derece döndürülebiliyor. Böylece rüzgar hangi yönden eserse essin, değirmen kullanılabiliyor. Akşam 7'de gemimiz Kiji'den ayrıldı. Yemekten sonra müzisyenlerin veda konseri vardı ve gemimiz nehir üzerindeki son durağı olan Mandrogi'ye doğru yol aldı.

12 Mart 2016 Cumartesi

Volga Volga Beyaz Geceler: Goritsi - Krillov

Volga Volga Beyaz Geceler turumuzun 5.gününde durağımız Goritsi'ydi. Tur programımız yandaki gibi. Goritsi'ye varmadan önce Rusça dil dersinin 2. bölümüne girdik. Nehirde geçirdiğimiz 5.günü anlatmadan önce geçen yazımda yazmayı unuttuğum birşeyi anlatacağım.
Şimdiye kadar geçtiğimiz bütün su havuzlarında biz havuza girdikten sonra su boşalıyor ve önümüzdeki nehirle aynı seviyeye geldikten sonra havuzun kapısı açılıyordu. Fakat Yaroslavl'dan Goritsi'ye giderken girdiğimiz bir havuz, diğerlerinin tersine, önümüzdeki nehirden daha aşağıdaki bir seviyedeydi. Yandaki fotoğrafta görüldüğü gibi geçit, bizden oldukça yukarıda duruyordu. Havuzun arka kapısı kapandı ve sular yükselmeye başladı.
Havuzdaki sular önümüzdeki nehirle aynı seviyeye çıktığında dönerek açıldı ve Goritsi'ye doğru ilerlemeye başladık.
Şeksna Nehri kıyısında yer alan Goritsi Köyü onaltıncı yüzyılda Korkunç Ivan'ın yengesinin burada kurduğu kadınlar manastırıyla ortaya çıkmış. 700 nüfuslu Goritsi'de ahali, güzel ahşap köy evlerinde yaşıyor.
Goritsi'ye 8 kilometre mesafede bulunan Kirilov, "Beyazgöl Kiril Manastırı" ile ünlü. Goritsi'ye vardıktan sonra kasabayı gezmeyi sonraya bırakarak biz de otobüsle manastıra hareket ettik. Dokuz bin nüfüslu Kirilov, adını bu manastırdan, dolayısıyla manastırın kurucusundan almış. 14. yy'ın sonunda kurulan Manastır, zamanla Rusya'nın en büyük ve en zengin manastırı haline gelmiş. Yüksek ve kalın surları ile bir kale görünümünde olana manastır, askeri amaçla da kullanılmış.
Polonya ve İsveç saldırılarına karşı koymuş. Sovyetler Birliği döneminde kapatılan manastır, daha sonra müze haline getirilerek ziyaretçilere açılmış. Yandaki fotoğrafta manastır bahçesine inşa edilen, manastırın yapıldığı döneme ait örnek bir ahşap Rus köy evi görülüyor.
Manastırı gezdikten sonra otobüsle Goritsi'ye geri döndük. Bu küçük kasabaki evler gerçekten birbirinden güzel. Hepsi birbiriyle uyum içerisinde süslenmiş ve rengarenk boyanmış. Mesela yandaki fotoğrafta görülen yer bir evin hemen bahçesinde yer alan garaj. Kasabada gezmek insanın içini açıyor. Tabi bize ayrılan süre kısıtlı. Gemimiz öğlen 2'de hareket etti. Yemeğimizi yedikten sonra Rus Tarih dersimizin ikinci bölümüne katıldık.
En son Rurik hanedanlığının sona ermesiyle başlayan karışıklık döneminde kalmıştık. Karışıklık döneminden sonra tahta geçen Mihail Romanov'un dedesi, Rurik hanedanından gelen son çar olan I.Fyodor'un dayısıymış. Rurik hanedanının çöküşünü izleyen karışıklık döneminin ardından toplanan ülke meclisi tarafından 1613'te çar seçilmiş. Böylece Romanov hanedanının kurucusu durumuna gelmiş. Taç giydiğinde henüz 16 yaşındaymış.
1645 yılına kadar hükümdarlık süren Mihail'in ardından yerine oğlu Aleksey geçmiş. Babası gibi 16 yaşında tahta geçmiş. 1976'da ölen Aleksey'in yerine 15 yaşındaki oğlu III.Fyodor geçmiş. Çocuğu olmayan Fyodor'un ölümünden sonra, kimin çar olacağı konusunda anlaşmazlık doğmuş. Sonunda kardeşi V.Ivan ve üvey kardeşi I.Petro birlikte tahta çıkmış. 1696'da Ivan ölene kadar birlite çarlık yapmışlar fakat Ivan devlet işlerine hiç karışmamış.
Petro, Rusya'yı 1682'den öldüğü 1725 tarihine kadar yönetmiş. Kimi tarihçiler tarafından Rusya'yı, Avrupa'nın ve dünyanın kaderinde söz sahibi devletlerin arasına soktuğu düşünüldüğünden, "Büyük" sıfatıyla anılırken, kimi tarihçiler tarafından davranışları sebebiyle Deli Petro olarak anılmakta. Çar Deli Petro, Avrupa şehirlerine benzeyen yeni bir şehri sıfırdan başlayarak inşa etme çabasına 1703'te başlamış.
Buraya (yandaki fotoğraf değil ha, fotoğraflar Goritsi'deki köy evlerine ait), Fransa'daki Versilles Sarayı ile boy ölçüşecek derecede ihtişamlı bir kışlık saray (bugünkü Hermitage Müzesi) ile çizimlerini bizzat kendisinin yaptığı bir yazlık saray inşa ettirmiş. Biz bu iki sarayı da St.Petersburg durağımızda ziyaret ettik, ileriki yazılarımda anlatacağım. Petersburg, 1712'de başkent ilan edilmiş. Burada I.Katerina'nın hikayesine geçmek istiyorum. I.Katerina, Letonyalı bir köylü ailesinin kızı olarak dünyaya gelmiş, üç yaşında öksüz kalmış ve bir papaz tarafından büyütülmüş.
Ruslar, İsveç ile yaptıkları savaşlar sırasında Katerina'yı esir almışlar ve bu kimsesiz köylü kızı, Çar Petro'nun danışmanlarından birinin hizmetçiliğini yapmaya başlamış. Görevi, danışmanın konağında çamaşırcılıkmış. Katerina, bu arada efendisinin konağına sık sık gelen Çar'ın gönlünü çelmeyi başarmış, 1703'te Çar'dan bir çocuk dünyaya getirmiş ve 1705'de Ortodoks dinine geçmiş. Ekaterina Aleksiyevna adını almış. Katerina'nın Prut Savaşı sırasında barışı sağlamak bizzat Osmanlı sadrazamı Baltacı Mehmet Paşa'yla müzakerelere katıldığı ileri sürülüyor. Prut savaşından sonra 1712 Şubat'ında Çar ile resmen evlenmiş. 1724'te taç giymiş, Petro'nun bir yıl sonra vâris bırakmadan ölmesi üzerine de asillerin muhalefetine rağmen saray muhafızlarının ve bazı askerlerin desteğiyle "Çariçe" ilân edilmiş. Yalnızca iki yıl hüküm sürdükten sonra tüberkülozdan ölmüş. 1727 - 1730 yılları arasında hüküm süren II.Petro, Çar Büyük Petro'nun torunu. Babası Büyük Petro'nun oğlu olan Çareviç (Veliaht) Aleksey Petroviç imiş. Ancak babası dedesinden önce ölmüş. I. Katerina da 1727 tarihinde ölünce henüz 11 yaşında olmasına rağmen tahta geçmiş. Tahta geçmesinden 2,5 yıl sonra Çiçek hastalığından ölmüş. 1730 - 1740 yılları arasında V.Ivan'ı kızı Anna hüküm sürmüş. Ölünce yerine henüz iki aylık bir bebek olan yeğeni IV.Ivan geçmiş (en genç çar olma ünvanını elinde tutuyor).  Henüz tahtta bir yılını doldurmadan yerine I.Peter'in kızı Elizabet geçmiş. Ivan ne yazıkki hayatının geri kalanını hapiste geçirmiş ve bir kaçma girişimi sırasında gardiyanlar tarafından öldürülmüş. Burada II.Katerina'nın hikayesi başlıyor. II.Katerina şimdiki Polonya'da doğmuş. Soylu bir ailenin üyesi olan II.Katerina, o zamanlar dük olan Rus tahtının veliahtı III.Peter ile evlenmiş. I.Elizabet'in zorlamasıyla gerçekleşen bu evlilik hiçbir zaman mutlu olmamış. Katerina ve kocası başkalarıyla çok sayıda aşk ilişkileri yaşamışlar. I.Elizabet'in ölümü üzerine 1761 yılında III.Peter Rus tahtına çıkmış. Ancak çarlığı fazla uzun sürmemiş. Çarın kendisinden boşanacağından şüphelenen II.Katerina, sevgilisi Grigori Grigoryeviç Orlov ve öteki bazı imparatorluk muhafızlarıyla işbirliği yaparak III.Peter'i tahttan indirtmiş ve 1762 yılında tahta çıkmış. 1796 yılında annesinin ölümü üzerine tahta çıkan Pavel, ilk iş olarak tahtın belli düzen içinde Romanov ailesinin erkeklerine geçmesini öngören yeni bir sistem getirmiş. 1801 yılında oğlu I.Aleksander tarafından öldürtülmüş. I.Nikolay, II.Aleksander ve III.Aleksander'ın ardından son çar II.Nikolay'a gelelim. II.Nikolay'ın saltanatı sırasında Rusya İmparatorluğu, Dünya'nın büyük güçlerinden biriyken ekonomik ve askeri çöküşe sürüklenmiş. 1894 yılında tahta çıkan II.Nikolay, 1917'deki Şubat devriminden sonra tahttan indirilmiş. Ekim devriminden sonra eşi, çocukları, aile hekimi, uşakları ve aşçısıyla birlikte Bolşevikler tarafından tutuldukları evin bodrum katında öldürülmüş (Bolşevik çoğunluk, menşevik ise azınlık demekmiş). Ancak evde bulunan cesetler arasında kayıp iki kişi varmış. Bunlardan biri çarın oğlu Alexei, ikincisi de bir türlü teşhis edilemeyen iki kız kardeşten birine; Maria veya Anastasia’ya aitmiş.O yıllarda çarın en küçük kızı Anastasia’nın kayıp olduğuna duyulan inanç, gizemli bir hikâyenin hayal mahsullerini de beraberinde getirmiş. Rivayetlere göre Romanovları öldürmekle görevli infazcılardan biri küçük prensese acımış ve onu yurt dışına kaçırmış. 300 yıl hüküm süren büyük hanedanlığın destansı hikâyesi son üyelerinin de katledilmesiyle nihayet bulsa da yankılarını hep sürdürmüş. Ailenin katledildiği ev yıllarca ziyaretçi akınına uğramış. Sovyet hükümeti Romanovlarla ilgili her türlü bilginin araştırılması ve konuşulmasını yasaklamış, hanedanlığın ihtişamlı servetine el koymuş. Ama fısıltı gazetesine engel olamamış. En sonunda 1977 yılında Yekterinburg’daki evin yıkılmasına karar vermiş. Bu hikayenin masalsı gizemi sayısız edebiyat eserine ve filme konu olmuş. Daha detaylı bilgi için: http://bendenbenkim.blogspot.com.tr/2009/02/romanov-hanedann-gizemli-guzeli.html adresine girmenizi tavsiye ederim. 2000 yılında Rus Ortodoks kilisesi II.Nikolay'ı aziz ilan etmiş. Ekim devrimiyle birlikte Petrograd'daki (St.Petersburg) geçici hükümet devrilmiş ve iktidar, Lenin önderliğindeki Bolşeviklere geçmiş. Böylece Sovyetler Birliği kurulmuş. Lenin, hakkında en çok eser yazılan 3.kişiymiş. Lenin'in öldüğü 1924 ve Sovyetler Birliği'nin dağıldığı 1991 yılları arasında St.Petersburg şehrinin adı Leningrad olarak değiştirilmiş. Lenin'in ölümünden sonra Komünist Parti genel sekreteri olan Stalin, Sovyetler Biriliği'nin lideri konumuna gelmiş. Stalin ise hakkında en fazla eser yazılan 17.kişiymiş. Stalin'in ölümünden sonra Stalin'e ait görevler üç kişi arasında dağılmış. Bu yüzden 1953 - 1957 arasındaki dönem üçlü yönetim olarak anılıyor. Komünist Partisi genel sekreteri Kruşçev, SSCB Bakanlar kurulu başkanı Malenkov ve SSCB Savunma bakanı Bulganin olmuş. 1957'de Kruşçev, bakanlar kurulu başkanlığını Malenkov'dan almış. Kruşçev, 1964'te bozulan sağlığı sebebiyle Komünist Parti genel sekreterliğinden istifa etmiş ve yerine Brejnev gelmiş. 1964-82 yılları arasında görev yapan Brejnev'i Andropov takip etmiş. Andropov'un görevini ise iki sene sonra Çernenko almış. O da bir sene bu görevi sürdürebilmiş. Ve artık benim de hatırladığım yakın tarihe geliyoruz. Kafasındaki kocaman lekeden hatırladığımız Gorbaçov, 1985 - 1991 yılları arasında görev yapmış. Sovyetler Birliği Cumhurbaşkanlığı ve Yüksek Sovyet Meclisi gibi makamları oluşturmuş. 1991 yılında, SSCB Devlet Başkanı Gorbaçov'un istifa etmesinin ardından Sovyetler Birliği'ni teşkil eden cumhuriyetler bağımsızlığını ilan etmiş ve SSCB dağılmış. Benim SSCB ile ilgili hatırladığım ilk şey, ilkokul birinci sınıftayken sınıfımızda asılı duran harita. Bu haritada şimdiki Gürcistan'ın olduğu yerde SSCB yazıyordu. Öğretmenimiz, SSCB dağıldı, bu haritayı yenisiyle değiştirecekler demişti. SSCB'nin dağılmasıyla komşu olduğumuz ülke de değişti haliyle. Ek bilgi olarak, Gorbaçov hala yaşıyormuş ve 85 yaşındaymış. Gelelim Yeltsin'e. Gorbaçov istifa ettikten sonra çabuk davranan Yeltsin, Gorbaçov'un Kremlin'deki ofisine taşınmış. Ordunun komutasını eline almış ve Birleşmiş Milletlere Sovyetler Birliği'nin Güvenlik Konseyindeki yerini Rusya Federasyonunun alacağını bildirmiş. 1999 yılında bir yolsuzluk skandalı sebebiyle görevinden istifa etmiş ve yerine Putin geçmiş. Yeltsin, 2007'de ölmüş. Cenazesine sadece 3 bin kişi katılmış. Pek çok ankette halkın en çok nefret ettiği lider seçilmiş. Gelelim Putin'e :) Yeltsin'in istifasının ardından, Anayasa gereği, üç ay içerisinde devlet başkanlığı seçimi yapılıncaya kadar bu görevi vekaleten üstlenmiş. Putin, Rusya'da yapılan başkanlık seçimlerinde %50'nin üzerinde oy toplayarak, birinci turda devlet başkanı seçilmiş. 7 Mayıs 2008'de görev süresi dolarak yerini yeni devlet başkanı Dmitri Medvedev'e bırakmış ve Rusya'nın başbakanı olmuş. 4 Mart 2012'de 3. kez % 63.6 oyla Rusya Federasyonu devlet başkanı seçilmiş. İşte günümüze kadar geldik. Rehberimizin bize anlattığı bir fıkrayı da burada sizinle paylaşmak istiyorum. Sovyetler Birliği'nin bir tren olarak betimlendiği fıkrada trenin başındaki ilk makinist Lenin'dir. Raylar biter ve tren durur. Lenin işçileri gaza getirir ve gönüllü bir çalışma gurubu oluşturur. İşçiler hemen ray üretilip döşerler ve sorun çözülür, tren hareket eder. Bu sefer trenin başına Stalin makinist olarak geçer. Raylar yine biter. Stalin işçileri çağırır ve treni hareket ettirmezlerse hepsini öldüreceğini söyler. Sorun yine çözülür ve tren hareket eder. Sonra trenin başına Kruşçev geçer. Raylar yine bitmiştir. Kruşçev, arkadaki rayların sökülüp, ön tarafa takılmasını emreder. Tren bir kez daha hareket eder. Bu kez trenin başına Brezjnev geçer. Raylar yine biter. Brezjnev, perdeleri kapattırır ve işçilere treni dışarıdan sallatır. Böylece tren gidiyormuş gibi davranır. Trenin başına Gorbaçov geçtiğinde ise, treni aksi istikamete çevirir ve tren yine yola koyulur. Gorbaçov'dan sonra trenini başına geçen Yeltsin, raylar bittiğinde treni tarlaya doğru sürer.
Rus tarihi dersimiz bittiğinde geleneksel Rus kıyafetleri giymiş garsonlarımız bizi akşam yemeği için bekliyorlardı. Bize müzikli danslı küçük bir eğlence hazırlamışlardı. Garsonlar artık benim hamile olduğumu öğrendiğinden, herkesin tabağının yanında şampanya dolu bir bardak varken benimkinde meyve suyu dolu bir bardak vardı :) Gemideki bir gün daha böylece bitti.