28 Eylül 2014 Pazar

Bar

Karadağ'ın Bar şehri sadece konaklama amacıyla tur programımızda yer alıyordu. Tur rehberimiz buradaki otellerin Budva'ya göre daha ucuz ve kaliteli olduğunu söyledi. Otele yerleştiğimizde biz de ona hak verdik. Odaları ve yemekleri güzeldi. Hem açık hem de kapalı havuzu vardı ve oldukça temizdi. Bizim odamız her zamanki gibi deniz manzaralıydı :) O civara yolunuz düşerse öneririm, adı Hotel Princess. 

Budva'da denize giremeyince içimde kalmıştı, o yüzden otele yerleşir yerleşmez kendimizi havuza attık. Aslında otel deniz kenarında ama deniz pek de girilesi gelmedi bana. Plaj gibi birşey de yoktu zaten. Yemeğimizi yedikten sonra Bar sokaklarında şöyle bir dolaştık. Şirin, sakin ve küçük bir sahil kenti. Günü otel odamızın deniz manzaralı balkonunda içkilerimizi yudumlayarak noktaladık. Önümüzde uzanan kara dağ silüetlerini izlerken bu ülkeye neden Karadağ adını verdiklerini anladık. 
Sabah kalktığımızda Arnavutluk'a doğru yola çıkmadan tur otobüsümüzle eski Bar kalıntılarının önünden şöyle bir geçtik. Ne yazıkki fotoğraf çekmeye bile fırsatımız olmadı.

10 Mayıs 2014 Cumartesi

Sveti Stefan

Sveti Stefan fotoğrafını bir dergide gördüğümde hemen gitmek istediğim yerler listesine eklemiştim. Neyse ki Balkanlar turumuzun duraklarından biri de Sveti Stefan'dı. Ana karaya ince bir yolla bağlanan bu yarımadadaki kasaba, 15.yy'da Türk akınlarına karşı korunmak üzere kurulmuş. 18.yy'ın ilk yarısında 100 ev, 3 kilise bulunan kasabanın nüfüsu 400 kişiymiş. Yakut rengi kırmızı kiremitleriyle küçücük görünen bu yarımadaya ancak o kadar insan sığabilir herhalde.
Yıllar geçtikçe nüfusunu kaybeden kasabanın tamamını 2007'de Singapur merkezli "Amanresorts" şirketi 30 yıllığına satın almış ve tüm yarımadayı ziyarete kapatmış. Aslına uygun restore edilen evler Mayıs 2014'te yani bu ay içinde misafirlerini ağırlamaya başlayacakmış. Biz bu güzel kasabaya uzaktan baktık sadece. Yarımada resortta kalanların haricindekilere kapalı olsa da, yarımadaya uzanan yolun kenarındaki kumsallardan 12 euro karşılığında denize girilebiliyormuş.

26 Nisan 2014 Cumartesi

Budva

Kotor'dan sonra rotamızı Budva'ya doğru çevirdik. Budva küçük bir şehir ve şirin bir tarihi kısmı var. Bu kısım haricindeki yerler Türkiye'de de örnekleri görüldüğü gibi Rus tursitlerin akınına uğramış. Karadağ'da kiril alfabesi de kullanıldığından Ruslar burada çok da yabancılık çekmiyormuş gibi görünüyor.
Balkanlar turuna, gezmek için havanın çok da bunaltıcı olmadığı Haziran ayında çıkmıştık. Hal böyle olunca tabii ki denize giremedik. Siz fotoğraftaki insanların denize girdiklerine bakmayın. Üzerimdeki uzun kolludan havanın aslında denize girilmeyecek kadar soğuk olduğunu anlayabilirsiniz. Ama tabii ki denizi ve denize giren bu insanları görünce benim de canım çekmedi değil. Sadece ayaklarımı sokmakla yetinmek zorunda kaldım :( İşte yüzümdeki asık ifadenin nedeni de bu...
Ama sahilde yürürken burnuma gelen ızgara balık kokusu beni kendine çekti ve yüzümü güldürmeye yetti. Budva'ya yolunuz düşerse sahil kenarındaki restoranlarda gözünüzün önünde ızgarada pişirilen balıkları deneyebilirsiniz.

5 Nisan 2014 Cumartesi

Kotor

Sabah olduğunda ikinci kez ülke değiştirmek üzere Hırvatistan - Karadağ sınırına doğru yol aldık ve güzel manzaralar eşliğinde sınıra vardık. Bu kapıda bizi çok bekletmediler. Karadağ Türkiye'ye vize uygulamıyor. Bizim dilimizde Karadağ olan ülkenin adı yabancılar tarafından yine karadağ anlamına gelen Montenegro olarak biliniyor. Ülkenin kendi dillerinde adı ise "Crna Gora", yine karadağ demek.
Biz rotamızı Kotor'a doğru çevirdik. Kotor körfezi kelebek şeklinde bir körfez. Körfezin etrafında dolanarak tarihi Kotor şehrine gitmek oldukça vaktimizi aldı ama manzara güzel olduğundan çok dert etmedik.
Kotor'a doğru ilerlerken körfezin içinde iki tane ada çıktı karşımıza. Hemen inip fotoğraflarını çektik tabiiki. Bunlardan sol taraftaki Saint-George klisesinin bulunduğu ada. Bu klise, denizin içindeki kayalık adacığın üzerine yapılmış. Hemen yanındaki ise Our-Lady-of-the-Reef klisesinin bulunduğu ada. Bu ada, insanlar tarafından deniz doldurularak oluşturulmuş ve üzerine bir klise yapılmış.
Dolaşa dolaşa sonunda tarihi Kotor'a ulaştık. Şehrin girişindeki surların üzerinde bir aslan kabartması var. Bu kabartmada, aslan pençesiyle açık bir kitap tutuyor. Bu betimleme, zamanında şehrin Venedikliler tarafından diplomasi yoluyla kazanıldığını anlatıyor. Venedikliler fethettikleri şehirlerin girişlerine bu tarz kabartmalar yaparlarmış. Eğer şehir savaşılarak kazanılsaymış kabartma üzerinde yine aslan figürü olurmuş, fakat bu sefer aslanın önündeki kitap kapalı ve pençesi kitabın üstünde olurmuş.
UNESCO Dünya Mirası Listesinde olan bu tarihi şehir aslında oldukça küçük. Şehrin sokaklarında dolandıktan sonra yağmurun da bastırmasıyla kendimizi bir kafeye attık. Yağmur dindiğinde zaten çok da vaktimiz kalmamıştı. Budva'ya doğru yol almak üzere otobüsümüze bindik.
Kotor'la ilgili son bir hikaye daha anlatayım. Yandaki fotoğrafta gördüğünüz kilise çok sapa bir yamacın kıyısına inşa edilmiş. Bu kilisenin hikayesi şöyle: bir zamanlar Kotor'a çok salgın bir hastalık yayılmış ve bu hastalıktan bir sürü insan ölmüş. İnsanlar Tanrı'ya adak adamışlar ve bu kiliseyi inşa edilmesi çok zor olan bu sarp yamaca yapmışlar ki Tanrı bu hastalıktan onları kurtarsın.

29 Mart 2014 Cumartesi

Dubrovnik

Bu yolculukta toplam 5 adet ülke gezecektik. Bu da otobüsle 4 sınır kapısı geçeceğimiz anlamına geliyordu. Yandaki resimde yolculuğumuzun ilk sınırı olan Bosna-Hırvat sınırını görebilirsiniz. Biz otobüste beklerken rehberimiz pasaport işlemlerini halletti. Bu sınır kapısında ne yazıkki sistemin yavaşlığından dolayı beklemek zorunda kaldık. Ayrıca biz gitmeden bikaç ay önce Hırvatistan Schengen vizesi uygulamasına başladığından dolayı da işlemler uzun sürdü.
Dubrovnik'e vardığımızda hava kararmak üzereydi. Otelimize yerleşip akşam yemeğimizi yedik. Şanslıydık ki odamız deniz manzaralıydı (bkz. yandaki fotoğraf) ve güzel bir balkonu vardı. Yemek yedikten sonra liman etrafında kısa bir tur attık. Bu kısımda çok fazla vakit geçirilecek kafe-bar tarzı yerler yoktu. Bulduğumuz küçük bir bara oturup içeceklerimizi yudumladıktan sonra dinlenmek üzere odamıza çekildik.
Ertesi sabah kahvaltımızı yaptıktan sonra tarihi Dubrovnik'e doğru yola çıktık. Rehberimiz bize kısa bir tur yaptırdı. Mostar'da olduğu gibi burada da yanımızda yerli bir rehber bulundurma zorunluluğu vardı. Tabii ki Türkçe bilen bir rehber olmadığından ETS tur rehberinin ayarladığı rehber sadece yanımızda bizimle dolandı ve bütün işi bizim rehber yaptı. Tarihi Dubrovik aslında oldukça küçük bir yer. 5 dakikada bir ucundan diğer ucuna yürüyebilirsiniz. Etrafı surlarla çevrilmiş. Dubrovnikliler denizden gelecek bir saldırıdansa karadan gelecek bir saldırıdan korktuklarından kara kısmındaki surları daha kalın yapmışlar. Dubrovnik'in UNESCO Dünya Mirası Listesinde olduğunu da söylemeden geçmeyelim. Yandaki fotoğrafta gördüğünüz heykel Orlando heykeli. Bu heykelin özelliği bir zamanlar kolunun terziler tarafından "Orlando Dirseği" adıyla bir ölçü birimi olarak kullanılmasıymış.
Rehberimiz bizi serbest bıraktıktan sonra kendi başımıza ilk olarak teleferikle yukarıdan şehri keşfetmeye karar verdik. Rehberimiz teleferik ücreti verirken euro kabul etmediklerini söylediği için eurolarımızı yerli para birimi olan kuna'ya çevidik. Teleferikle yukarı çıktığımıza gerçekten değdi çünkü manzara bir harika. Teleferikten çıktıp biraz yürüdükten sonra bir restoranta oturduk. İçeceklerimizi yudumlarken tarihi Dubrovnik manzarasının keyfini çıkarttık.
Teleferikle şehre indiğimizde acıktığımızı farkettik ve bir restorana oturduk. Sanırım restorantın adı Klarissa'ydı. Oldukça güzeldi. Kendi yapımları olan şaraplarından tattık ve yanında deniz mahsüllü makarna yedik.
Biz Haziran ayında gittiğimizden havalar henüz denize girilecek kadar ısınmamıştı. Zaten Dubrovnik'in plajlarını gördükten sonra bende pek denize girme hevesi de kalmadı çünkü "beach" diye tanımlanan yerler benim hayalimde canlandığı gibi kumsal değil, kayalıktı.
İnsanlar belirli bir ücret karşılığında Dubrovnik surları üzerinde yürüyorlardı. Teleferikle çıktığımız tepeden gördüğümüz manzara bize yettiğinden biz surların üzerine çıkma gereği duymadık.

Tarihi Dubrovnik limanına gittiğinizde bir sürü tur şirketiyle karşılaşabilirsiniz. Bu turlar korsan gemisi görünümlü ahşap gemilerle karşıdaki Lokrum adasına götürüyorlar. Adada bir manastır haricinde çok birşey olmadığından biz gitmedik. Bütün gün eski Dubrovnik'te avare avare gezip alışveriş yaptıktan sonra elimizde kalan kunalara dondurma aldık.
Metal kunaların üzerinde balık, kuş, ayı gibi hayvan resimleri var. Benim çok hoşuma gitti.
Rehberimiz daha erken bir saatte otobüsle otele döndüğünden biz otele taksiyle döndük. Zaten tarihi Dubrovnik'le kaldığımız otelin arası çok olmadığından taksi çok fazla tutmadı. Akşam yemeğinin ardından yine limanda kısa bir yürüyüş yaptık ve balkonumuzdaki manzaranın tadını çıkarttık.

9 Şubat 2014 Pazar

Balkanlardaki son Osmanlı köyü: Poçitel

Neretva nehrinin kıyısındaki Poçitel, balkanlardaki son Osmanlı köyü olarak anılıyor. Bu köy, UNESCO Dünya Mirası Listesi'ne girmeyi başarmış. Surları, kulesi, taş evleri, cami ve medresesiyle ortaçağdan kalma minyatür bir Osmanlı şehri havasında. Mostar'dan Dubrovnik'e doğru yol alırken mola vermek ve küçük şirin sokaklarını gezmek için durduğumuz bu köyün sokakları hava yağmurlu olduğundan boştu. Biz de sokaklarında biraz dolaşıp kahvesinde çaylarımızı yudumladık ve Dubrovnik'e doğru yolumuza devam ettik.

2 Şubat 2014 Pazar

"Mostar köprüsü çökmüş, Neretva ne kadar üzgün"

İkinci gün sabahı erkenden kalkıp Saraybosna'daki Bosna nehrinin doğduğu Vrelo Bosne'yi ziyaret etikten sonra rotamızı Mostar'a doğru çevirdik. Şehir, Müslümanların yaşadığı ve Hristiyanların yaşadığı yerler olarak ikiye ayrılmış. Hristiyanlarla Müslümanlar arasında tatlı bir rekabet varmış. Müslümanlar yüksek cami minareleri yaparken, Hristiyanlar da o minarelerden daha yüksek çan kulesi yapıyorlarmış. Genel olarak balkanlarda yerel rehber almak zorunluymuş. Bu sebeple, ETS tur rehberimizin yanında bize yerel rahberimiz Tarık eşlik etti. Çok sevimli bir Türkçeyle konuşan uzun boylu genç yerel rehberimizle otobüsümüzün park ettiği Hristiyan bölümünden Müslüman bölümüne doğru yürüdük.
Meşhur mostar köprüsüne gelmeden rehberimiz bize Mostar köprüsünün küçük bir prototipini gösterdi. Mostar köprüsünü inşa etmesi için ilk olarak Mismar Sinan çağrılmış fakat işi başından aşkın olduğu için Mimar Sinan'ın öğrencilerinden biri olan Mimar Hayrettin bu işle görevlendirilmiş. Mimar Hayrettin köprüyü Neretva nehrinin üstüne inşa etmeden önce küçük bir prototipini Neretva'nın kollarından biri üzerine inşa etmiş.
Prototipin sağlam kaldığını gördükten sonra asıl köprüyü yapmaya başlamış. Köprü tamamlandıktan sonra iki yıl ortadan kaybolmuş. Çünkü o devirde köprü yıkıldığı taktirde onu yapan mimarın kellesini alıyorlarmış. Mimar Hayrettin iki yıl çevredeki dağlardan köprüyü izlemiş ve köprünün yıkılmadığından emin olduktan sonra şehre inmiş.  
Özellikle turist sezonunda köprünün üstünden Neretva nehrine atlayan gençler görmek mümkün. Bu gelenek, şehrin erkeklerinin düğün öncesi nişanlılarına cesaretlerini kanıtlamak istemesi ile başlamış. Şimdi köprünün üstündeki delikanlılar turistlerden 20 euro'ya yakın bir miktarda para toplandıklarında köprüden atlıyorlar.
Köprü, 1993 yılında Bosna-Hersek savaşı sırasında Hırvat tanklarının toplarıyla vurularak yıkılmış. 1997 yılında nehirden orjinal taşları çıkartılarak tekrar inşa edilmeye başlanmış. Bozulan taşlar yerine orjinal taşların çıkartıldığı ve günümüzde kapalı olan taş ocağı açılarak bu iş için özel taş çıkartılmış. Köprü, 2004 yılında Prens Charles tarafından açılmış.
Yerel rehberimiz Tarık son olarak bize kendi hayat hikayesini anlattı. Tarık'ın küçüklüğü savaş zamanında Mostar'da geçmiş. İlkokuldayken Müslüman ve Hristiyanların olduğu karışık bir sınıfta okuyormuş. Birgün öğretmen sınıfa bir rahip ve imam getirmiş. Rahip, Hristiyan olanlara ölümle ilgili Hristiyan inançlarını anlatmış. Sıra imama gelince, o da ölünce sorgu meleği tarafından sorulacak üç soruyu anlatmış.  Yerel rehberimiz Tarık, o zamanlar biraz haylaz olduğundan imamın anlattıklarını pek dinlememiş. Birgün arkadaşlarıyla dışarıda oynarken büyük bir patlama olmuş. Heryeri bembeyaz bir toz bulutu kaplamış. Tarık öldüğünü sanmış ve başlamış hayıflanmaya niye dinlemedim imamı diye. Neyse ki yakınlarına düşen bu bombadan sağsağlim kurtulmuş fakat bir süre sonra babasıyla birlikte Hırvatlara esir düşmüş. Esir kampında bir gün maskeli adamlar bunları sopalarla döverek yaka paça dışarı çıkartmış. Çok korkmuşlar. Esir kampından çıktıktan sonra adamlar maskelerini çıkarttıklarında bunların eski Hırvat komşuları olduklarını fark etmişler. Anlaşılmasın diye Tarık ve babasını bu şekilde döverek esir kampından kurtarmışlar. Tabiiki hikaye burada bitmiyor. Tarık ve ailesi savaştan kaçıp İstanbul'a gelmiş. Taksim meydanında indiklerinde ortalık savaş alanı gibi, insanlar havaya silahla ateş ediyorlar. Bir savaştan kaçıp bir diğerine düştük herhalde diye korkmuş Tarık. Meğer Galatasaray, Manchester United'ı şampiyonlar liginde elemiş ve insanlar kutlama yapıyorlarmış. Tarık o günden sonra Galatasaraylı olmuş :)) Yerel rehberimiz, biraz hüzünlü olan hikayesini o kadar güzel bir mizah katarak anlattı ki buruk bir tebessümle dinledik.
Bu kadar gezinin ardından karnımız acıkmıştı tabiiki. Hemen nehir kenarındaki bir restoranta oturup "cevapi" söyledik. Bildiğimiz kebap aslında. Bosna-Hersek'te genel olarak fiyatlar uygun. Biz yerel para kullanmamayı tercih ettik ve hesapları euro cinsinden ödedik. Mostar gezimiz burada bitti. Otobüsümüze atlayıp balkanlarda bozulmadan kalan son Osmanlı köyü olan Poçitel'e doğru yola koyulduk.

26 Ocak 2014 Pazar

Saraybosna

Uçaktan indiğimizde yıkık dökük bir şehir karşıladı bizi. İlk durağımıza doğru giderken, binalar bize buranın bir zamanlar doğu blok ülkelerinden biri olduğunu hatırlattı. Neredeyse bütün binalarda mermi izleri vardı. Burada yaşanan savaşın tanıklarıydı bütün bu binalar. İlk durağımız Bosna savaşının en yakın tanıklarından biri olan Tünel'di. Dışarıdan baktığınızda sıradan iki katlı bir ev gibi görünüyor. Fakat, bu evin bahçesinden başlayan tünel Bosna savaşı sırasında Sırp işgalindeki şehre yardım taşıyarak işgal altındaki insanların umudu olmuş.
1984 yılında olimpiyatların düzenlendiği şehir, çok değil 8 yıl sonra sırp işgaline girmiş. 1992-95 yılları arasında yaklaşık 4 yıl süren işgalde 11000'in üzerinde insan öldürülmüş. Tünel, şuanda da kullanılan bizim de Saraybosna'ya indiğimiz havalimanının altından geçiyor. Bosna hakimiyetindeki dağlara uçaklardan atılarak yapılan yardımlar, tünel sayesinde şehre ulaştırılıyormuş. Kolar ailesine ait olan ev, şuanda müze olarak kullanılıyor. Tünelin küçük bir kısmı ziyarete açık. Evin bahçesinde savaşın bütün hüznünü içinizde hissettirecek bir video izletiliyor.
Gezimize bir savaştan diğerine geçerek devam ediyoruz: I. Dünya Savaşı. Hepimize ilkokuldan itibaren öğretildiği gibi I. Dünya Savaşı, Avusturya veliahtı Arşidük Franz Ferdinant'ın 28 Haziran 1914'te Gavrilo Princip adında bir Sırp milliyetçisi tarafından Saraybosna'da öldürülmesi ile başlar. İşte yandaki fotoğrafta görülen köprü, Sırp milliyetçisinin Avusturya veliahtını öldürdüğü köprü: Latin Köprüsü.
Saraybosna'nın pek çok dildeki adı Sarajevo (j, y olarak okunuyor). Aslında bu kelime Türkçe'den geliyor: "Saray-ova". Vadiye dik bakan saraydan görülen ova manzarasından esinlenilerek şehre bu ismin verildiği rivayet ediliyor.
Şehrin merkezi Osmanlı ve Avusturya etkisini hissettiren iki ayrı bölgeden oluşuyor. Osmanlı zamanında kurulan Başçarşı denilen kısım tek katlı dükkanlardan oluşuyor. Bu kısımda ayrıca cami ve hanlar bulunuyor.
Şehir merkezinin Osmanlı ve Avusturyalı
kısmı birbirinden bıçak gibi ayrılıyor. Bir sokak çizgisini geçtiğiniz anda kendinizi bambaşka bir şehirde buluveriyorsunuz. Binalar bianda yükseliyor önünüzde ve birden Osmanlı mimarisinden Avusturya mimarisine geçiş yapıyorsunuz. Savaştan önce şehrin bu kısımları Avrupa'nın eğlence merkeziymiş. Sokak kenarına masa atmış kafelerde oturup eğlenme kültürü burada doğmuş.
Yayalaştırılmış ana sokaktan gezimize devam ettik. Sokağın sonunda günümüzün Saraybosnası ve sönmeyen ateş bizi bekliyor. Bu bölge II.Dünya savaşında da büyük acılar çekmiş. Yugoslavya'nın bütün ırklarının II. Dünya savaşında gösterdiği kahramanlıklardan dolayı böyle bir anıt yapmışlar. Türk kahvesi içmek için geldiğimiz yere doğru geri yürüdük. Avusturya kısmını geçip Osmanlı bölümüne geldik ve Morica Han'da kahvelerimizi yudumladık. Balkanlardaki kahve fincanlarının kulpları yok. Aslında çok önceleri bizde de böyleymiş fakat avrupanın etkisiyle bizdeki fincanlara kulp eklenmiş. Karnımız acıkınca boşnak böreğinin tadına bakabileceğimiz börekçilerden birine girdik. Şimdiye kadar gezdiğimiz diğer yerlerden farklı olarak balkanlarda İngilize bilmenize gerek yok. İnsanlar Türkçe anlıyorlar ve menülerin Türkçeleri de mevcut.
Sabah Ankara'da başlayan maceralı yolculuğumuzdan sonra yaptığımız Saraybosna turuyla birlikte iyice yorulduğumuzu hissettik ve otelimize doğru yola çıktık. Akşam yemeği, güzel bir uyku ve sabah kahvaltısının ardından daha tam anlamıyla açamadığımız valizlerimizi topladık ve Mostar'a doğru yola çıktık. Ama henüz Saraybosna turumuz sona ermemişti. Bu şehri terk etmeden önce son durağımız olan Vrelo Bosne parkına gittik. Burası gerçekten bir doğa harikası. Bosnalıların buraya çok güzel baktığını da söylemeden geçemeyeceğim. Park tertemiz. Bu park, Bosna nehrinin doğduğu kaynak üzerine kurulmuş. Parkta biraz vakit geçirdikten sonra Mostar'a doğru yolumuza devam ettik...


11 Ocak 2014 Cumartesi

Balkanlar Turu

Herşey kış bunalımına girip bu sene nereye gitsek diye düşünmekle başladı. İngiltere? Rusya? Baltık Denizi? En sonunda balkanlar turunda karar kıldık. ETS turu daha önce de öve öve bitirememiştik. Tek aksilik dışında, bu sefer de yüzümüzü kara çıkartmadılar. Turu ilk aldığımızda Hırvatistan'a vize yoktu, fakat Hırvatistan Nisan ayında Schengen vizesi istemeye başladı. Neyse ki çok az belge istediler ve konsolosluğa gitmemize gerek kalmadı.
ETS tur bütün vize işlemlerini halletti ve bizden vize parası da almadı. Tek sorunu vize işlemlerini son dakikaya bıraktıkları için yaşadık. Turun 1 ay öncesinden belgeleri ve pasaportları teslim etmemize rağmen tur şirketi vizeye son hafta başvurdu. Üstelik Ankara'daki konsolosluk yerine İstanbul'dakine başvurdular. Neyse ki vize çıktı ama pasaportlar İstanbul'da kaldı. Çünkü Ankara'ya gönderecek vakit kalmamıştı.
Bize pasaportlarımızı İstanbul'da havaalanındaki rehberimizden alabileceğimizi söylediler. Çok sorun çıkmayacağını düşünerek kabul ettik. Fakat pek de düşündüğümüz gibi olmadı. Ankara'da valizlerimizi vermek ve biletlerimizi bastırmak için check-in masasına gittiğimizde görevli bize pasaportlarımızı sordu biz de durumu anlattık. Bu durumda valizlerimizi İstanbul'da teslim alıp Saraybosna uçağı için valiz verme ve bilet bastırma işlemlerini tekrar yaptırmamız gerektiğini söyledi.
İstanbul'da indikten sonra görevlinin söylediği işlemleri yapmak için yeterli zamanımız yoktu ve görevli de bunun farkındaydı. Hele işlemleri yapacağımız yerde sıra varsa, uçağı kaçırma olasılığımmız oldukça yüksekti. Hemen yavru köpek bakışlarımızı takındık ve görevliye kendimizi acındırdık. Valizleri aktarmalı olarak almayı kabul etti fakat Saraybosna uçak biletini basmadı. Hemen rehberimizi arayıp durumu anlattık. İstanbul'a iner inmez kendisine haber vermemizi istedi.
Biz de öyle yaptık. Neyse ki İstanbul'da rehberimiz bizi bir check-in masasının yanında bekliyordu ve işlemlerimizi ilk sıradan hallettik. Bizim gibi Ankara'dan gelen başkaları da aynı problemle karşılaşmış ama onlar bizim kadar şanslı değilmiş. Valizlerini alıp tekrar vermek zorunda kalmışlar. Rehberin de yardımıyla güç bela yetiştiler Saraybosna uçağına. Turun daha başından böyle bir gerilim yaşamak elbetteki hoş değildi.
7 gece 8 günde, 5 ülke 14 şehir gezecektik. Kulağa çok yorucu gelebilir ama sandığımız kadar yorucu olmadı. Yazımın eşliğinde biraz fikir vermesi açısından gezdiğimiz yerlerden bir kaç fotoğraf koymak istedim. Bir sonraki yazımda ilk durağımız olan Saraybosna'yı anlatacağım...