Madame Tussauds müzesinin aslında benim için ayrı bir yeri var. Bundan 20 yıl önce ingilizceyi ilk öğrenmeye çalıştığım yıllarda dersin bir bölümünde işlemiştik bu müzeyi. Sınıftaki arkadaşlarımızdan biri de orayı görmüştü. Ona çok özendiğimi hatırlıyorum. Bir gün Londra'ya gidersem bu müzeyi mutlaka göreceğime dair kendime söz vermiştim. Şanslıyım ki hem Londra'yı hem de Madame Tussauds'yu gördüm. Biz biletleri kapıda sıra beklemeyelim diye internetten almıştık. Ama daha müze açılmadan önce kapıda olduğumuz için yine de sıra beklemekten kurtulamadık. Bizimle birlikte bekleyen bir de Türk grubu vardı. Bu grup olmasaydı müzeyi daha sessiz sakin ve daha yavaş gezerdik eminim. Bir Cumberbatch hayranı olduğumu söylemiş miydim :)
Bu balmumu heykellerin yakından da ne kadar gerçekçi olduğunu göstermek için bir de Nadal fotoğrafı koyayım :) Heykelleri hazırlamak elbette ki çok zor. Ilk olarak heykeli yapılacak kişinden 250 ölçüm yapılıyor ve farklı açılardan 180 tane fotoğrafı çekiliyor. Ellerinin ve dişlerinin kalıbı çıkartılıyor. Daha sonra heykelin duracağı poz, metal tüpler ve teller kullanılarak oluşturuluyor. Baş ve eller önce kilden yapılıyor. Bu killer kullanılarak plastik kalıp oluşturuluyor. Bu kalıbın içine 74 santigrat dereceye ısıtılmış balmumu ve Japan mumu dökülüyor. Mum kuruduğunda kalıp çıkartılıyor. Göz ve saç renginin, heykeli yapılan kişininkilerle uyumlu olmasına dikkat ediliyor. Gözler akrilikten üretiliyor. Göz damarlarını benzetmek için ise ipek iplikler kullanılıyor. Gözbebeği elle boyanıyor. Saçlar önce tek tek elle monte ediliyor. Sonra yıkanıyor. En son kesiliyor ve şekil veriliyor. Ayrı ayrı oluşturulan kafa ve gövde birleştiriliyor ve heykel giydiriliyor.
Heykelin giysilerinin mümkün olduğunca kişininkilere benzemesine çalışılıyor. Bazen de kişi tarafından kendi giysileri Madame Tussauds müzesine bağışlanıyor. Figür tamamlandığında ise açılışı yapılıyor :) Londra'ya gelip kraliyet ailesi ile bir fotoğraf çektirmeden gitmek olmazdı. Nasıl, aralarına kaynamışım değil mi :)
Madame Tussauds müzesinin, kraliyet ailesi ile, 1884 yılında Baker sokağında açıldığı günden beri güçlenen yakın bir ilişkisi var. Madame Tussauds müzesinde Kraliçe Elizabeth'in toplam 23 adet balmumu heykeli varmış. Ilk heykeli sadece 2 yaşındayken yapılmış. Son heykeli ise 2012 yılında elmas jübilesini kutlamak amacıyla yapılmış.
Müzede bu heykellerin hepsini görmek ne yazıkki mümkün değil. Müze aslında tahmin ettiğimden daha küçüktü. Bazı heykeller Madam Tussauds'un farklı şehir hatta ülkelerdeki şubelerinde sergileniyorlarmış. Müzedeki heykellerin çoğu günümüzde popüler olan isimlerdi. Demode olan kişilerin heykellerini bir süre sonra kaldırıyorlar sanırım. Gelelim Madam Tussaud'nun kim olduğuna. Madam Tussaud, eğitimini annesi ile birlikte yaşadığı Paris'te almış. Ondaki potansiyeli gören başarılı bir balmumu heykelcisi tarafından eğitilmiş. Madam Tussaud, 30 yıl boyunca heykellerini sergileyerek dolaşmış. En sonunda 1835'te Londra'ya yerleşmiş. Marie öldüğünde işini en büyük oğlu devralmış.
Atatürk eşimin yanında biraz kısa kalsa da Atatürk'le de fotoğraf çektirmeden olmazdı tabii ki. Bu heykel 2005 yılında yenilenmiş. Eskisi Atatürk'e hiç benzemiyormuş. Yeni heykeli Koç grubu finanse etmiş, fikir babası ise eski hava kuvvetleri komutanı Ibrahim Fırtına imiş. Müzeyi bu kadar anlattıktan sonra size güzel bir haber vereyim. Madam Tussauds 2016 yılında Istanbul'a da bir şube açmış. Ayrıca Eskişehir'deki Büyükerşen'in açtığı balmumu heykel müzesinin de çok güzel olduğunu duydum. Ikisine de gitmedim ama gitmek istediğim yerler listesindeler.
Sonraki durağımız Sherlock Holmes müzesi. Müzenin içine girmedik ama hediyelik eşya dükkanında şöyle bir dolandık. Madam Tussauds müzesine çok yakın, buradan yürüyerek gidebilirsiniz. 5.günün devamını bir sonraki yazımda anlatacağım.
17 Aralık 2017 Pazar
24 Eylül 2017 Pazar
Londra 4.gün (British Museum)
Great Court |
Great Court |
Müzenin en kalabalık kısmı girişteki Antik Mısır bölümü. Müzeye giriş ücretsiz. İçeride bir sürü okul grubu var. Great Court'un sol tarafındaki Antik Mısır bölümünde bizi ilk karşılayan şey Rosetta taşı. Bu taş, Napoleon'un ordusu tarafından keşfedilmiş ve hiyerogliflerin deşifre edilmesinde kullanılmış. British Museum'u Google arts and cultures uygulamasını indirerek siz de sanal olarak gezebilirsiniz.
Zemin katındaki Antik Mısır bölümünde daha çok heykeller ve taş üzerine oyulmuş resimler var. Buradan Asur bölümüne geçiliyor. Burada Asur heykelleri ve rölyefleri var. Taş sütunlar İÖ 710'dan beri bozulmadan kalmış. Bu müze için de bol bol Gombrich'ten alıntı yapacağım. "Mezopotamya Kralları, eski zamanlardan beri, savaş zaferlerini, yendikleri kabileleri ve aldıkları ganimetleri anlatmak için anıtlar yaptırma geleneğini gütmüşler ve bu anıtlar, kralın savaş seferlerinin resimsel bir öyküsüne dönüşmüş.
Bu kabartmalarda, bir savaş seferinin tüm aşamaları resmedilmiş. Bunlara bakarken 2000 yıl öncesinden bir haber filmi izliyor gibi oluyoruz. Gerçek ve inandırıcı sahneler bunlar. Fakat daha dikkatli baktığınızda ilgi çekici bir durumla karşılaşıyoruz. O korkunç savaşlarda birçok ölü ve yaralı verildiği halde, içlerinden bir tanesi bile Asurlu değil. Demek, böbürlenme ve propaganda sanatı daha o zamanlarda gelişmiş."
Bir sonraki durağımız Antik Yunan ve Roma. Bu bölümde en çok merak ettiğimiz şey tabiiki Parthenon. Bizim de gezip gördüğümüz Atina'daki Acropolis'in bir parçası olan Parthenon'un çok uzun ve karmaşık bir hikayesi var. Yaklaşık 2500 yıl önce inşa edilen tapınak Yunan tanrıçası Athena'ya adanmış. Yıllar içinde yapı bir harebeye dönüşmüş. İlk hasar, M.S. 500'de bir kiliseye çevrildiğinde oluşmuş. 1678 yılında şehir Venediklilerin hakimiyetindeyken, Parthenon, barut deposu olarak kullanılmış.
Büyük bir patlama çatıyı uçurmuş ve kalan heykellerin büyük bir kısmı yok olmuş. Yapı o zamandan beri harabe görünümündeymiş. Arkeologlar, kalan heykellerin yapıya geri monte edilemeyeceği konusunda hemfikirmiş. 1801 ve 1805 yılları arasında Lord Elgin, Osmanlı İmparatorluğunda İngiliz büyükelçisi olarak görev yapıyormuş. Atina'daki yerel rehberimizin anlattığına göre Osmanlı imparatoruna "biz sizden bu eski taşları alalım, size yeni taşlar verelim" diyerek taşları İngiltere'ye getirtmiş. British Museum'daki bilgi notunda bu şu şekilde açıklanmış, "Osmanlı yönetiminin bilgisi ve izni dahilinde". Bu mermerleri Lord Elgin getirttiğinden, Britanya Müzesindeki Parthenon kalıntıları aynı zamanda Elgin mermerleri olarak da biliniyor. Bu mermerlerin Yunanistan'a mı İngiltere'ye mi ait olduğu hala tartışma konusu. İngilizler mermerlerin, dünyanın bütün kültürlerinin sergilendiği Britanya müzesinde bu bütünün bir parçası olduğunu iddia ediyorlar. Ayrıca, Londra'yı dolayısıyla müzeyi dünya çapında daha çok turistin ziyaret ettiğini ve mermerlerin daha çok insan tarafından görülebildiğini iddia ediyorlar. Bir başka argümanları ise British Museum'un bedava gezilebilmesi. Müze tarafından hazırlanan bilgi notunun her sayfasında mutlaka "free of charge" ifadesi yer alıyor. Bana kalırsa mermerler ait oldukları yere, Atina'ya dönmeli ama dönüş yolculuğu bu eski taşlar için oldukça zorlu olabilir tabi. "Parthenon tapınağının iç duvarlarının üstünde çepeçevre uzanan uzun bantın yada frizin üzerindeki süslemeler, tanrıça onuruna yılda bir kez yapılan bir töreni gösteriyor. Bu törenlerde, her zaman spor oyunları ve gösteriler yapılırdı." (Gombrich).
Atina'daki Acropolis'te yer alan ve bazı parçaları British museuma getirilen bir başka yapı ise Erechtheion. Erechtheion'un güney taraçasında, Karyatid adı verilen altı genç kız heykeli yer alıyor. Karyatid aslında köken olarak Karyai kızlarına verilen isim. Bu heykeller aynı zamanda taraçanın çatısını taşıyor. Hava koşullarından ve kirliliğinden dolayı kötü durumda olan 5 adet karyatid, yerlerinden alınarak Acropolis müzesine taşınmış. Biz de Atina'ya gittiğimizde bu heykelleri görme şansına sahip olmuştuk. Açık havada bulunan Erechtheion tapınağına ise bu heykellerin taklitleri yerleştirilmiş. 6. Karyatid, Lord Elgin tarafından, Parthenon kalıntılarıyla birlikte British museum'a taşınmış. Bu karyatid kardeşlerinden daha korunaklı bir ortamda sergilendiğinden, daha iyi durumda. Fakat izinsiz bir girişim sonucu temizlenmeye çalışılırken, yüzeyi aşındırılmış. Britanya müzesinde bulunan karyatidin peplosu (kadınların giydiği dikişsiz bir kumaş) omzundan bir iğne ile tutturulmuş. Saçları örülmüş ve şimdi kayıp olan ellerinden birinde bir kap tuttuğu düşünülüyor. Erechtheion'un çatısını kafasında bir sepet gibi taşıyor ve bütün ağırlığını sağ ayağına vermiş gibi duruyor.
Yine Antik Yunan ve Roma bölümünde yer alan ve ilgimizi çeken bir diğer eser ise Halikarnas Mozolesi. Bu mozole aslında Türkiye sınırları içerisinde Bodrum'da yer alıyor fakat, onun da kalıntıları Parthenon gibi British Museum'a taşınmış. Anıt; Pers İmparatorluğu’nun Kralı Mausollos için yapılmış. Kral Mausollos anıtın inşasını kendisi başlatmış, o öldükten sonra da hem karısı hem de kız kardeşi olan (kardeşiyle evlenmiş sanırım) Artemisia tarafından yaptırılmış. Günümüzde kullanılan mozole kelimesi aslında bu yapıdan dolaylı olarak bu kralın isminden geliyor.
Dünyanın 7 harikasından biri sayılan, kolonları ile Yunan mimarisini, piramit şeklindeki çatısıyla da Mısır mimarisini bir araya getiren, çok büyük ebatlardaki bu mezar, bu öneminden ötürü kendinden sonra gelen, aynı stildeki bütün yapılara ismini vermiş. Anıt deprem sonucunda yıkılmış. 1402 tarihinde Saint Jean şövalyeleri Bodrum’a geldiklerinde abideyi yıkık olarak görmüşler. Şövalyeler abideyi taş ocağı olarak kullanmışlar ve hemen hemen bütün taşlarını sökerek Bodrum Kalesi’nin inşasında kullanmışlar. Lord Stratford Canning (Türkiye’de bulunan İngiltere Büyükelçisi), 1846 senesinde Padişah Abdülmecit’ten aldığı izinle Bodrum Kalesi’nin duvarlarında görülen Mausoleion kabartmalarını Londra’ya götürmüş. İngiliz arkeolog Newton ise, 1856-1857 senelerinde burada yaptığı kazı sırasında bulmuş olduğu kabartmaları, Mausolos ve Artemisia’nın heykellerini, dört atlı arabanın parçalarını British Museum’a götürmüş.
Ksanthos'tan British museum'a getirilen birbaşka eser ise Harpy anıtı. Harpyler yarı kuş yarı insan olan ve ölümü simgeleyen yaratıklarmış. Harpylerin ölülerin ruhlarını göğe taşıdığı düşünülürmüş. Ksanthos, Antalya ile Fethiye arasında yer alıyor ve şanslıyım ki ben de orayı gezdim (yandaki fotoğraf Ksanthos'tan). Xanthos’taki Harpiler anıtı kent içinde tiyatronun yanında duruyor. Adını Harpy frizinden alan bu anıtın kabartmaları 19. Yüzyılda Londra’ya götürülmüş ve bugün Ksanthos'taki yerine alçı kopyaları konmuş. Ksanthos'tan British Museum'a taşınan başka bir eseri anlatmadan önce Ksanthos'luların kahramanlık hikayesini anlatmak istiyorum. Şehir, İ.Ö. 546'da Pers kumandanı Harpagos tarafından kuşatılmış. Xanthoslular, kahramanca karşı koyup direnmelerine rağmen çaresiz duruma düştüklerinde, kadın ve çocuklarını öldürüp şehri ateşe vererek insansız ve harap bir şehri Harpagos'a bırakmışlar. Bu toplu intihardan o sırada şehirde bulunmayan 80 aile kurtulmuş ve kurtulanlar şehirlerini yeni gelen göçmenlerle yeniden kurmuşlar.
Ksanthos'tan British Musuem'a getirilen bahsedeceğim son eser, İ.Ö. 4. yy.a ait Payava lahdi. Bu lahdin kaidesi dışında tümü British Museum'a taşınmış. Mezarın üzerindeki yazıttan, mezarın Ksanthos şehri hükümdarı Payava'ya ait olduğu anlaşılmış. Şuanda 3.5 metre olan görkemli lahdin orjinali 7 metreymiş. Lahitteki oymalarda, hem Yunan hem de Fars geleneklerinden gelen semboller görünüyor. Antalya'daki rehberimizin anlattıklarından hatırladığım kadarıyla, genel olarak Likya mezarlarında görülen, lahdin kenarındaki çıkıntılar hem dekoratif amaçlı, hem de bu ağır lahdi yukarıya kaldırmak için kullanılıyormuş. Anlattığım gibi British Museum'da Türkiye topraklarından birçok eser var. Fakat hiçbirinin Türkiye'ye dönme gibi bir şansı yok. Yunanistan'dan gelen eserler için "eserlerin ait olduğu yer British museum'dur" şeklinde broşür hazırlama gereği duyan müze, Türkiye'den gelen eserler için böyle bir zahmete bile katlanmamış.
Sıradaki bölüm, "Yaşayanlar ve Ölüler" isimli salon. Bu salonda, dünya çapında hayattaki zorluklarla farklı başetme yöntemleri konu edinilmiş. Bu bölümdeki önemli eserlerden biri de Şili'deki Doğu Adalarında bulunan Hoa Hakanai'a figürü. Bu salonun altında Afrika'dan getirilen eserler var.
Sağ tarafa devam ettiğinizde ise, Kuzey Amerika ve Meksiko'dan getirilen eserler var. Bunlardan en ilgi çekicileri turkuaz rengindeki maskeler. Yandaki maske, Aztek tanrısı Tezcatlipoca için yapılmış. Kenarlarından sarkan şeritler bu maskenin çeşitli seremonilerde giyildiğini gösteriyor.
Bir sonraki salon, birinci kattaki Çin bölümü. Sol tarafa doğru devam ettiğinizde ise Hindistan'dan gelen eserlerin olduğu bölüm var. Bu salondaki en ünlü eserlerden birisi, ateş çemberinde dans eden Şiva. Efsaneye göre, Şiva'nın saçlarından kutsal Ganj nehri yeryüzüne düşmüş. Hint inançlarına göre, Şiva, yandaki fotoğraftaki gibi dans efendisi Natajara olarak, bir kosmik döngünün sonunda ve başka bir kosmik döngünün başında görülürmüş. Bu yüzden Natajara, hem yaradılış hem de yıkımla ilişkilendirilirmiş. Bu sebeple, bir elinde ateş, diğer elinde zillerle tasvir edilmiş. Geleneksel Hindistan'da zaman batıdaki gibi doğrusal değil, döngüsel sayılıyormuş.
Bu taraftan bodrum katına indiğinizde, islam eserlerinin sergilendiği bölüm var. Burada iznik çinilerini görmeniz mümkün. Benim ilgimi çeken ise yandaki fotoğrafta da görülen hamamda giyilen takunyalar oldu.
Yine bu bölümde, kuzey Hindistan'dan getirilmiş, tek parçadan oyulmuş, yeşimtaşından yapılan tatlısu kurbağasını görmek mümkün. Bu eser üzerindeki usta işçilik onun oldukça gerçekçi görünmesini sağlıyor.
Üçüncü katın bir kısmında, orta doğudan eserler sergileniyor. Bu eserler Anadolu'dan, Mezopotamya'dan, doğu akdeniz ülkelerinden ve antik irandan getirilmiş.
Bu katın bir kısmında ise Mısır ve Sudan'dan eserler sergileniyor. Bu kısımda Mısır sanatıyla ilgili Gombrich'ten alıntı yapacağım: 'Mısır üslubu, her sanatçının gençlik çağından başlayarak öğremesi gereken, çok katı bir yasalar topluluğundan oluşuyordu. Oturan heykeller ellerini dizlerine koymak zorundaydılar. Erkeklerin tenleri, kadınlarındakinden daha koyu bir renkle boyanmalıydı. Her Mısır tanrısının görünümü, önceden sıkı sıkıya saptanmıştı. Gök tanrısı Horus'u ya bir doğan yada doğan başlı olarak; ölüm tanrısı Anubis'i de ya bir çakal ya da çakal başlı olarak gösterme zorunluluğu vardı. Hiç kimse sanatçıdan değişik bir şey istemiyordu. Kimse ondan özgün olmasını beklemiyordu. Tam tersine, geçmişin hayran kalınan anıtlarına en iyi yaklaşmasını bilen kişi, olasılıkla, en iyi sanatçı sayılıyordu. Bu yüzden, Mısır sanatı üç bin yıldan uzun süren zaman içinde, çok az değişmiştir. Piramitler döneminde iyi ve güzel sayılan her şey, bin yıl sonra da aynı derecede iyi sayılmaya devam edildi.'
Gezimizin tam bu bölümünde bir alarm çalmaya başladı. Sonra bir anons duyuldu. 'Lütfen sakin bir şekilde size en yakın çıkışa doğru ilerleyin' insanlar sakin bir şekilde binayı terk etmeye başladılar. Benim ilk aklıma gelen şey bir teror saldırısıydı. Biz de sakince kalabalığı takip ettik.
Binanın dışına çıktığımızda itfayenin geldiğini gördük. Acaba yangın mı çıktı diye düşünürken, ilerleyen saatlerde ısınan bir ampülün sensörleri harekete geçirdiğini öğrendik. British museum gezimizi burada bitirmek zorunda kaldık. Fakat, gezimizin aslında Oxford'a ayırdığımız son günü buraya dönmeye karar verdik. Oxford da başka bir zamana kaldı artık. Ben British museum'da son gün gezdiğimiz yerleri de bu yazımda anlatacağım.
Üst kattaki Antik Mısır bölümünden müzeyi gezmeye devam ettik. "Hıristiyanlığın doğuşundan sonraki yüzyıllarda, Roma sanatı ve Helenistik sanat, Doğu imparatorluklarının en etkili oldukları bölgelerde bile onların sanatının yerini aldı. Mısırlılar hala ölülerini mumyalamaya devam ediyorlardı, ama eski Mısır usulüyle ölüyle birlikte gerçeğe benzer imgesini gömmek yerine Yunan portre sanatının tüm inceliklerini bilen sanatçılara onları resmettiriyorlardı. Ucuza çalıştırılan iddiasız ustaların yapısı olan bu portreler, canlı ve gerçekçi görünümleriyle bizi hala etkiliyorlar." Gombrich'in de anlatmak istediği ve üsteki fotoğrafta da görüldüğü gibi, bu dönemden kalan mumya lahitlerinin yüz kısmında alışık olmadığımız bir portre var.
Antik Mısırlılar insanlar haricinde, tarihinin ilerleyen dönemlerinde tanrılarla ilişkilendirilen hayvanları da mumyalamışlar. Örneğin kediler, Tanrı Bastet ile ilişkilendirildiğinden dolayı mumyalanmış. Yandaki fotoğrafta görülen kedi mumyası Yunan ve Roma imparatorluğunun Mısır'da egemen olduğu geç Mısır döneminden kalmaymış. Britanya müzesinde yapılan araştırmalara göre, mumyalanan kedilerin çoğu doğal nedenlerle ölmemiş. Çoğu kedi mumyası ise arkeologlar tarafından incelenmeye fırsat olmadan yağmalanmış. 19.yy'da 180000 kedi mumyası gübre olarak kullanılmak üzere Britanya'ya getirilmiş. Britanya müzesi ile ilgili anlatacaklarım bu kadar. Zaten baya birşey yazdım.
British musuem'dan sonraki durağımız Covent Garden'dı. Burası biraz dükkanları gezip, biraz bişeyler yiyip içip biraz da sokak sanatçılarını izleyebileceğiniz bir yer. Biz de tam olarak böyle yaptık.
Müzikalden önce tiyatronun yakınındaki bir restorana girip yemek yedik. Tiyatroların bulunduğu West End'de birçok restaurant da var. Bu restoranların çoğunda tiyatro menüsü mevcut. Oyuna yada müzikale girmeden önce bu restoranların birinde yemek yiyebilirsiniz. Menude başlangıç tabağı, ana yemek, şarap ve salata var. Fiyatı da oldukça uygun.
Daha önce filmini de izlediğimiz müzikal çok güzeldi. ABBA şarkılarıyla eğlenceli bir akşam geçirdik. Otelimize de güzel bir Londra akşamı manzarası eşliğinde yürüyerek döndük ve böylece Londra'da güzel ve yorucu bir günü daha noktaladık.
30 Nisan 2017 Pazar
Windsor Kalesi, Bath ve Stonehenge
Gezimizin üçüncü günü için farklı bir planımız vardı. Londra'nın dışına çıkıp Windsor Kalesi, Bath ve Stonehenge gibi yerleri görmek. Bunun için internetten bir tur satın aldık. Sabah bizi otelimize yakın bir yerden alıp Viktorya istasyonuna götürdüler. Orada bütün günü geçireceğimiz tur otobüsüne bindik. Ilk durağımız Windsor Kalesiydi. Londra'dan Windsor Kalesine giden yol aynı zamanda Heathrow havalalanına giden yol. Bu yüzden yolda oldukça trafik vardı. Havaalanını geçince trafik birdenbire azaldı.
Windsor Kalesi, 11.yy'da Fatih William tarafından yaptırılmış. Surlarla çevrili alan alt, orta ve üst (yukarıdaki fotoğrafta görülen) bölgeler olarak ayrılmış. Merkezde ise, 1170 tarihli yandaki fotoğrafta görülen Round Tower var. Yüzyıllar içinde kuleye birçok ekleme yapılmış. 1992 yılında meydana gelen yangının verdiği hasarı gidermek üzere restorasyon çalışmaları yapılmış. Üst bölgede yer alan Devlet Konutları kraliçenin burada ikamet ettiği dönemde ziyarete kapalıymış. Kraliçenin en sevdiği resmi konutunun Windsor Kalesi olduğunu burada söylemeden geçemeyeceğim. Devlet Konutlarına gelirsek, oymalı ve yaldızlı Fransız ve Ingiliz mobilyalarıyla döşenmiş daireler, Gobelins duvar halılarıyla, Rubens ile van Dyck'in başyapıtlarıyla ve Antonio Verrio'nun resimlediği tavan sahneleriyle süslenmiş.
Kalede görülmesi gereken bir diğer yer ise Queen Mary's Dolls' House. Sir Edward Luytens'in tasarladığı bu bebek evnde hakiki Wedgewood porselenler ve işler durumda minik bir elektrik süpürgesi var. Ayrıca evin su ve elektrik tesisatı da çalışır durumdaymış. Yandaki fotoğrafta sağda görülen ve kale surları içinde yer alan St. George's Chapel (1478-1511 yılları arasında yapılmış), mimari açıdan oldukça etkileyici. Düşey Gotik tarzının bir örneği olan şapel, Wesminster Abbey'deki VII.Henry şapeli ile eşdeğer. Iç alanlarda fotoğraf çekmek yasak olduğundan yine bol bol dış alan fotoğrafı çektik.
Kalenin alt tarafındaki sokaklarda turistik eşya satan dükkanlar ve restoranlar mevcut. Windsor kalesine çok yakın bir konumda ünlü Eton koleji yer alıyormuş. 550 yıldan uzun bir süredir eğitim veren okul, 20den fazla Ingiliz başbakanı yetiştirmiş. Ayrıca, Prens William ve Harry de bu okuldan mezun olmuş. Bir sonraki durağımız yandaki fotoğrafta yer alan Bath. Burası adından da anlaşıldığı üzere tarihi çok eskiye uzanan Roma hamamlarıyla ünlü. Jane Austen romanları okuyanlara da Bath ismi tanıdık gelecektir. Yazarın romanlarında adı geçen bu yerde Austen uzun yıllar yaşamış.
Roma hamamları, Windsor Kalesi ve Stonehenge girişleri tur ücretine dahildi. Roma hamamı müzesi gerçekten çok güzel düzenlenmiş. Bizim ülkemizde bundan kat be kat daha güzel yerler olmasına rağmen sunuma yeteri kadar önem vermediğimizden bu kadar güzel görünmüyor. Müzenin her bir köşesinde ayrı bir canlandırma var. Müzenin sonralarına doğru 'Roman Baths Today' şeklinde bir yazı gördük. Roma hamamı geleneği Roma imparatorluğu ikiye ayrıldığında sadece doğu kısmı tarafından devam ettirilmiş. Batı Roma imparatorluğunda hamam geleneği unutulmuş ve halihazırdaki hamamlar kullanılmadığı ve bakım yapılmadığı için yıkık duruma gelmiş. Doğu Roma imparatorluğu yıkıldığında ise bu geleneği Türkler almış ve devam ettirmiş. Bugün Türk hamamı olarak bilinen gelenek, 19.yy'da tekrar Avrupa'ya tanıtılmış.
Türk hamamı, Roma hamamının bir çok elementini içinde barındırıyor: soyunma yerleri, soğukluk, sıcaklık, ısıtma yeri, tellak/natır masajı. Roma hamamı da Türk hamamı gibi rahatlatıcı bir deneyimmiş. Türk hamamlarının Roma hamamlarından farkı, erkeklerle kadınların farklı yerlerde yıkanması ve hamam öncesi spor olmaması. Roma hamamlarında insanlar önce spor yapıp daha sonra yıkanırmış. Hamamlar bizim şimdi bildiğimiz spor salonu işlevini de yerine getirirmiş.
Bath'de verilen serbest zamanda sokaklarda şöyle bir gezdik. Bath, küçük şirin bir kasaba. Avon nehri kenarına kurulmuş. Nehir üzerinde Floransa'daki Ponte vecchio köprüsüne benzeyen (yukarıdaki fotoğrafta görülen), Pulteney köprüsü var. Ve son durağımız merakla beklediğimiz Stonehenge.
Stonehenge, Salisbury düzlüğündeki tarihöncesi bir anıt. Neolitik taş devri ile Bronz çağı arasında birden fazla etapta tamamlanmış. Burası tabii ki Unesco Dünya mirası listesinde. Birçok işlevi olduğu düşünülen Stonehenge, tarihönesi devirde büyük bir mezarlık olarak da kullanılmış. Dik bir şekilde duran ve yukarıdan bakıldığında iç içe iki daire oluşturan taş topluluğu, yeşil çimenlerin ortasında hepimizin aşina olduğu sade görüntüsünü sunuyor bize.
Tur otobüsünün bizi bıraktığı yerde bir müze var. Ama biz ilk olarak taşların kendisini görmeye karar verdik. Taşların olduğu alana tur otobüsünün bıraktığı yerden ring var. İlk olarak müzeyi gezerseniz taşları görmeye vaktiniz yetmeyebilir. Bir günde üç farklı yeri görünce zaman herşeye yetmiyor tabiiki. Bu turla ilgili yorumlarda ilk olarak müzeyi gezen bir çiftin asıl taşları görmeye vakitlerinin kalmadığını okumuştum. Nitekim biz de ilk olarak taşları görünce müzeye vaktimiz kalmadı.
Sadece hediyelik eşya dükkanını gezebildik. Stonehenge sırrı hala tam olarak çözülememiş bir yapı. Taşların nasıl kaldırıldığının dışında, taşların bu bölgeye kilometrelerce uzaktaki taş ocaklarından nasıl getirildiği de çözülemeyen bir durum. Stonehenge´in iki mil yakınında Durrington Duvarı adlı yerde MÖ 2500´e ait, yapım tekniği Stonehenge´e çok benzer, dairesel ağaç bir yapı bulunmuş. Bunun Stonehenge öncesi benzer bir amaçla yapılan bir yapı olduğu düşünülüyormuş. Stonehenge taşları, ekinokslara ve tutulmalara göre yerleştirilmiş.
Bu dairesel yapının girişinde, heel stone adında işlenmemiş bir taş duruyor. Bu taş, yaz gündönümünü işaret ediyor, yani gündüzün en uzun olduğu günü. O gün, taş çemberinin merkezinden bakıldığında, güneş, heel stone üzerinden doğuyor. Her sene binlerce insan bu olayı izlemek için Stonehenge'e geliyor. Günümüzde dünyanın açısı 4500 yıl öncesine göre 1 derece kaydığından, güneş bu kaya parçasının 1 derece sağından doğuyor. Kış dönümünde ise, Heel Stone'dan taş çembere doğru bakıldığında güneş, çemberin tam ortasından batıyor. Heelstone'dan Avon nehrine doğru belli belirsiz iki paralel çizgiden oluşan bir yol uzanıyor. Tur rehberimizin teorisi, Stonehenge'in günümüzün kliselerine benzer bir yapı olduğu.
Çevrede bulunan Stonehenge'den daha küçük, farklı malzemelerden inşa edilmiş, Stonehenge benzeri başka yapılar da olduğunu düşünürsek bu teori oldukça mantıklı görünüyor. Müzenin olduğu bölgede, Stonehenge'i inşa edenlerin evlerini yandaki fotoğrafta da gördüğünüz gibi yeniden canlandırmışlar. Bize ayrılan süre burada sona erdi, turumuz bitti ve Londra'ya geri döndük.
Tur otobüsünden Harrods'ın önünde indik. Harrods, sadece Londra'nın değil, aynı zamanda dünyanın en ünlü ve en büyük mağazalarından biri. Anlatılmaz yaşanır diyebilirim çünkü şimdiye kadar gördüğüm mağazalardan hiçbirine benzemiyor. Mağazanın 160 yıllık bir geçmişi var. Tabii ki lüks ve özel koleksiyonlara ev sahipliği yapıyor. Mağaza 7 kattan ve 330 departmandan oluşuyor. Yiyecek, kıyafet, ev gereçleri, teknolojik aletler, ne ararsanız var. Kıyafet bölümünde tasarımcılara ayrılmış departmanlar var. Valentino, Prada, Dior gibi dünyaca ünlü tasarımcıların koleksiyonlarını deneyip satın alabilirsiniz. Mağazanın içinde 27 tane restoran mevcut. Eve döndüğünüzde size Harrods'ı hatırlatacak bir hediyelik eşya dükkanı bile var. Bu tur sayesinde bir gün içerisinde oldukça fazla yer gördük. Bu turu anlattığım yerleri kısıtlı bir zaman dilimi içerisinde görmek isteyenler için kesinlikle tavsiye ederim. (Harrods'ın turla alakası yoktu, biz kendimiz gezdik).
Windsor Kalesi, 11.yy'da Fatih William tarafından yaptırılmış. Surlarla çevrili alan alt, orta ve üst (yukarıdaki fotoğrafta görülen) bölgeler olarak ayrılmış. Merkezde ise, 1170 tarihli yandaki fotoğrafta görülen Round Tower var. Yüzyıllar içinde kuleye birçok ekleme yapılmış. 1992 yılında meydana gelen yangının verdiği hasarı gidermek üzere restorasyon çalışmaları yapılmış. Üst bölgede yer alan Devlet Konutları kraliçenin burada ikamet ettiği dönemde ziyarete kapalıymış. Kraliçenin en sevdiği resmi konutunun Windsor Kalesi olduğunu burada söylemeden geçemeyeceğim. Devlet Konutlarına gelirsek, oymalı ve yaldızlı Fransız ve Ingiliz mobilyalarıyla döşenmiş daireler, Gobelins duvar halılarıyla, Rubens ile van Dyck'in başyapıtlarıyla ve Antonio Verrio'nun resimlediği tavan sahneleriyle süslenmiş.
Kalede görülmesi gereken bir diğer yer ise Queen Mary's Dolls' House. Sir Edward Luytens'in tasarladığı bu bebek evnde hakiki Wedgewood porselenler ve işler durumda minik bir elektrik süpürgesi var. Ayrıca evin su ve elektrik tesisatı da çalışır durumdaymış. Yandaki fotoğrafta sağda görülen ve kale surları içinde yer alan St. George's Chapel (1478-1511 yılları arasında yapılmış), mimari açıdan oldukça etkileyici. Düşey Gotik tarzının bir örneği olan şapel, Wesminster Abbey'deki VII.Henry şapeli ile eşdeğer. Iç alanlarda fotoğraf çekmek yasak olduğundan yine bol bol dış alan fotoğrafı çektik.
Kalenin alt tarafındaki sokaklarda turistik eşya satan dükkanlar ve restoranlar mevcut. Windsor kalesine çok yakın bir konumda ünlü Eton koleji yer alıyormuş. 550 yıldan uzun bir süredir eğitim veren okul, 20den fazla Ingiliz başbakanı yetiştirmiş. Ayrıca, Prens William ve Harry de bu okuldan mezun olmuş. Bir sonraki durağımız yandaki fotoğrafta yer alan Bath. Burası adından da anlaşıldığı üzere tarihi çok eskiye uzanan Roma hamamlarıyla ünlü. Jane Austen romanları okuyanlara da Bath ismi tanıdık gelecektir. Yazarın romanlarında adı geçen bu yerde Austen uzun yıllar yaşamış.
Roma hamamları, Windsor Kalesi ve Stonehenge girişleri tur ücretine dahildi. Roma hamamı müzesi gerçekten çok güzel düzenlenmiş. Bizim ülkemizde bundan kat be kat daha güzel yerler olmasına rağmen sunuma yeteri kadar önem vermediğimizden bu kadar güzel görünmüyor. Müzenin her bir köşesinde ayrı bir canlandırma var. Müzenin sonralarına doğru 'Roman Baths Today' şeklinde bir yazı gördük. Roma hamamı geleneği Roma imparatorluğu ikiye ayrıldığında sadece doğu kısmı tarafından devam ettirilmiş. Batı Roma imparatorluğunda hamam geleneği unutulmuş ve halihazırdaki hamamlar kullanılmadığı ve bakım yapılmadığı için yıkık duruma gelmiş. Doğu Roma imparatorluğu yıkıldığında ise bu geleneği Türkler almış ve devam ettirmiş. Bugün Türk hamamı olarak bilinen gelenek, 19.yy'da tekrar Avrupa'ya tanıtılmış.
Türk hamamı, Roma hamamının bir çok elementini içinde barındırıyor: soyunma yerleri, soğukluk, sıcaklık, ısıtma yeri, tellak/natır masajı. Roma hamamı da Türk hamamı gibi rahatlatıcı bir deneyimmiş. Türk hamamlarının Roma hamamlarından farkı, erkeklerle kadınların farklı yerlerde yıkanması ve hamam öncesi spor olmaması. Roma hamamlarında insanlar önce spor yapıp daha sonra yıkanırmış. Hamamlar bizim şimdi bildiğimiz spor salonu işlevini de yerine getirirmiş.
Bath'de verilen serbest zamanda sokaklarda şöyle bir gezdik. Bath, küçük şirin bir kasaba. Avon nehri kenarına kurulmuş. Nehir üzerinde Floransa'daki Ponte vecchio köprüsüne benzeyen (yukarıdaki fotoğrafta görülen), Pulteney köprüsü var. Ve son durağımız merakla beklediğimiz Stonehenge.
Stonehenge, Salisbury düzlüğündeki tarihöncesi bir anıt. Neolitik taş devri ile Bronz çağı arasında birden fazla etapta tamamlanmış. Burası tabii ki Unesco Dünya mirası listesinde. Birçok işlevi olduğu düşünülen Stonehenge, tarihönesi devirde büyük bir mezarlık olarak da kullanılmış. Dik bir şekilde duran ve yukarıdan bakıldığında iç içe iki daire oluşturan taş topluluğu, yeşil çimenlerin ortasında hepimizin aşina olduğu sade görüntüsünü sunuyor bize.
Tur otobüsünün bizi bıraktığı yerde bir müze var. Ama biz ilk olarak taşların kendisini görmeye karar verdik. Taşların olduğu alana tur otobüsünün bıraktığı yerden ring var. İlk olarak müzeyi gezerseniz taşları görmeye vaktiniz yetmeyebilir. Bir günde üç farklı yeri görünce zaman herşeye yetmiyor tabiiki. Bu turla ilgili yorumlarda ilk olarak müzeyi gezen bir çiftin asıl taşları görmeye vakitlerinin kalmadığını okumuştum. Nitekim biz de ilk olarak taşları görünce müzeye vaktimiz kalmadı.
Sadece hediyelik eşya dükkanını gezebildik. Stonehenge sırrı hala tam olarak çözülememiş bir yapı. Taşların nasıl kaldırıldığının dışında, taşların bu bölgeye kilometrelerce uzaktaki taş ocaklarından nasıl getirildiği de çözülemeyen bir durum. Stonehenge´in iki mil yakınında Durrington Duvarı adlı yerde MÖ 2500´e ait, yapım tekniği Stonehenge´e çok benzer, dairesel ağaç bir yapı bulunmuş. Bunun Stonehenge öncesi benzer bir amaçla yapılan bir yapı olduğu düşünülüyormuş. Stonehenge taşları, ekinokslara ve tutulmalara göre yerleştirilmiş.
Bu dairesel yapının girişinde, heel stone adında işlenmemiş bir taş duruyor. Bu taş, yaz gündönümünü işaret ediyor, yani gündüzün en uzun olduğu günü. O gün, taş çemberinin merkezinden bakıldığında, güneş, heel stone üzerinden doğuyor. Her sene binlerce insan bu olayı izlemek için Stonehenge'e geliyor. Günümüzde dünyanın açısı 4500 yıl öncesine göre 1 derece kaydığından, güneş bu kaya parçasının 1 derece sağından doğuyor. Kış dönümünde ise, Heel Stone'dan taş çembere doğru bakıldığında güneş, çemberin tam ortasından batıyor. Heelstone'dan Avon nehrine doğru belli belirsiz iki paralel çizgiden oluşan bir yol uzanıyor. Tur rehberimizin teorisi, Stonehenge'in günümüzün kliselerine benzer bir yapı olduğu.
Çevrede bulunan Stonehenge'den daha küçük, farklı malzemelerden inşa edilmiş, Stonehenge benzeri başka yapılar da olduğunu düşünürsek bu teori oldukça mantıklı görünüyor. Müzenin olduğu bölgede, Stonehenge'i inşa edenlerin evlerini yandaki fotoğrafta da gördüğünüz gibi yeniden canlandırmışlar. Bize ayrılan süre burada sona erdi, turumuz bitti ve Londra'ya geri döndük.
Tur otobüsünden Harrods'ın önünde indik. Harrods, sadece Londra'nın değil, aynı zamanda dünyanın en ünlü ve en büyük mağazalarından biri. Anlatılmaz yaşanır diyebilirim çünkü şimdiye kadar gördüğüm mağazalardan hiçbirine benzemiyor. Mağazanın 160 yıllık bir geçmişi var. Tabii ki lüks ve özel koleksiyonlara ev sahipliği yapıyor. Mağaza 7 kattan ve 330 departmandan oluşuyor. Yiyecek, kıyafet, ev gereçleri, teknolojik aletler, ne ararsanız var. Kıyafet bölümünde tasarımcılara ayrılmış departmanlar var. Valentino, Prada, Dior gibi dünyaca ünlü tasarımcıların koleksiyonlarını deneyip satın alabilirsiniz. Mağazanın içinde 27 tane restoran mevcut. Eve döndüğünüzde size Harrods'ı hatırlatacak bir hediyelik eşya dükkanı bile var. Bu tur sayesinde bir gün içerisinde oldukça fazla yer gördük. Bu turu anlattığım yerleri kısıtlı bir zaman dilimi içerisinde görmek isteyenler için kesinlikle tavsiye ederim. (Harrods'ın turla alakası yoktu, biz kendimiz gezdik).
19 Mart 2017 Pazar
Londra: 2.gün
İnsanlar büyük bir ciddiyet ve sessizlik içinde, durmadan duraksamadan, kimseyle konuşmadan, hızlı hızlı yürüyordu. Çocuklar okula gidiyordu. Hava serin olmasına rağmen kız çocuklar etek, erkek çocuklar şort giymişti. Altlarında da diz altı çorap vardı. Çok şık duruyorlardı. Katedralde çok oyalanmayıp Wesminster Abbey'e geçtik. İşte asıl görülmesi gerçek kilise burası. Giriş 20 pound ama verdiğiniz paraya değer. Giriş ücretine kulaklıklı rehber de dahil. Açılış saati 9 buçuk ve kapanış saati güne göre değişiyor. Haftanın çoğu günü öğleden sonra 3 buçukta kapanıyor. Kapanış saatinden 1 saat önce içeri almayı kesiyorlar. Bu yüzden diğer yerleri öğleden sonraya bırakarak burayı erken bir saatte gezdik. Abbey'e geldiğimizde önünde baya bir kuyruk vardı ve daha açılmamıştı. içeriye almaya başlanınca kuyruk hızla eridi.
Ortaçağ mimarisinin görkemli bir örneği olan manastır, bir zamanlar Parliment Square'in güneyinde bulunan bir Benedikten kilisesiymiş. 11.yyda Aziz Edward'ın kurduğu manastır, Reform döneminde korunmuş ve kraliyet törenlerine ev sahipliği yapmayı sürdürmüş. II.Elizabeth 1953 yılında burada taç giymiş, Prenses Diana'nın cenaze töreni 1997 yılında burada düzenlenmiş ve Prens William ile Catherine Middleton 2011 yılında burada evlenmiş. Burası aynı zamanda kralların, kraliçelerin, ülkenin önde gelen devlet adamlarının, askerlerin, bilim adamlarının, müzisyenlerin ve edebiyatçıların gömüldüğü bir mabet. Hatta Da Vinci'nin şifresi filminde son sahnelerden biri buradaki Isaac Newton'ın mezarının önünde geçiyor. Newton'ın yanı sıra Charles Darwin de buraya gömülmüş. Buradaki başka bir ünlü mezar, adsız bir askere ait.
I.Dünya Savaşında savaş alanında bulunan adsız bir asker, 1920'de buraya gömülmüş ve bu mezar Ingiltere'nin savaşta yitirdiği askerelerine adanmış. Abbey'e girişler kuzey kapısından yapılıyor. Batı kapısı ise doğrudan 31 metre yüksekliğindeki Gotik nefe açılıyor. Koronun bulunduğu bölümden Yüksek Altar'a geçiliyor. Yüksek Altar'ın çevresi kraliyet mezarlarına ayrılmış. Saatin ters yönünde ilerlediğiniz zaman sırasıyla I.Edward, II.Henry, II.Edward ve II.Richard'ın yattığı yerleri görürsünüz. Taç giyme törenlerinde kullanılan taht, tören zamanı Yüksek Altar'da duruyormuş.
Kullanılmadığı zaman ise, Nef'in bulunduğu Batı girişinin hemen köşesinde yer alıyor. Tahtın değişik bir de hikayesi var. Bu tahta koltuk, İskoç krallarının taç giyme törenlerinde kullandıkları, Kral I.Edward'ın 1296'da Iskoçya'dan getirdiği, Scone taşını içermesi için tasarlanmış. 1953'te Kraliçe II.Elizabeth bu tahtta taç giymiş. Tahtın içindeki Scone taşı, taç giyme törenlerinde geri alınmak üzere, 1996'da Iskoçya'ya iade edilmiş.
Klisenin iç tarafındaki VII.Henry'nin Şapeli, Bath Şovalyeleri tarikatına ait gösterişli bayrak ve sancaklarla dekore edilmiş. Şapelin duvar işçiliği ve ahşap boyamaları son derece etkileyici. VII.Henry burayı gömüleceği yer olması amacıyla 1503'te yaptırmış. Saatin ters yönünde ilerleyince, şapelin çevresinde sırasıyla I.Elizabeth ve I.('Kanlı') Mary'nin mezarlarını görebilirsiniz. İki kraliçe kardeş olmalarına rağmen hiç anlaşamamışlar. Mary, idam ettirmek niyetiyle Elizabeth''i Tower of London'a hapsettirmiş. Ayrıca VII.Henry'nin yanı sıra Stuartlardan II.Charles'ın, III.William'ın ve Iskoçya kraliçesi Mary'nin mezarları da burada. Yüksek Altara geri dönüp, Poet's Corner'a geçtik. Burada Dickens, Kipling gibi edebi kişilerin mezarları bulunuyor. Burada ayrıca Shakespeare, Jane Austen gibi birçok edebi kişiliğe adanmış anıtlar da var.
Handel gibi müzisyenlerin mezarları da bu köşede yer alıyor. Sesli tur burada sona erdi. Westminster Abbey genel olarak bana büyük bir mezarlık gibi geldi. Köşedeki çıkıştan Chapter House'a geçtik. 13.yy'dan kalma seramik zeminiyle öne çıkan sekizgen bina, manastır keşişlerin toplantı mekanıymış. 1257 ve 1542 yılları arasında Avam kamarası burada toplanmış. Son olarak revakların bulunduğu orta avluya geçtik. Abbey içinde fotoğraf çekmek yasak olduğundan avluda bol bol fotoğraf çektik. Hediyelik eşya dükkanına da uğradık ve Wesminster Abbey turumuz burada sona erdi. Dean's Yard'a şöyle bir baktık.
Sıradaki durağımız Notting Hill. Burası tabiki ismini verdiği filmle ünlü.
Ama ara sokaklardaki Viktorya dönemi birbiri ardına sıralı evleri görülmeye değer.
Buranın ünlü olduğu başka birşey ise burada bulunan Portobello Road. Pazar sanırım sabahları kuruluyormuş o yüzden biz görmedik. Ama pazar harcinde bir sürü ilginç dükkan var. Bu cadde üzerinde ayrıca çok şık kafeler de mevcut.
Bir sonraki durağımız Kensington Palace. Londra'da heryere girmek maliyetli olduğundan ve çok zaman aldığından bu sarayın da içini bir sonraki gelişimize bıraktık. Ama tam saraya geldiğimizde Londra'nın ilk yağmuru karşıladı bizi ve sarayın ziyaretçiler için yapılmış kafesine girdik. Baktık yağmur dinmeyecek başladık yağmur altında Kensington bahçelerini hızlı hızlı gezmeye.
Bir zamanlar Galler Prensesi Diana'nın yaşadığı sarayda şimdi oğlu Prens William ve onun karısı Kate yaşıyor. Kensington bahçelerinde ise sincaplar geziyor.
Kensington bahçelerinde bulunan Albert Memorial, Kraliçe Viktoria tarafından sevgili eşi Prens Albert'a adanmış. Prens, South Kensington müzelerinin düzenlenmesinde önemli rol oynamış. Royal Albert Hall'ın karşısında yer alan anıt, 1876 yılında Sir George Gilbert Scott tarafından tasarlanmış. Anıtın dört köşesinde Kraliçe Viktoria döneminde en geniş sınırlarına ulaşan imparatorluğu simgeleyen betimler yer alıyor.
Sanat ve bilim salonunun temel taşını Kraliçe Victoria yerleştirmiş, herkesi şaşırtarak salonun adının başına da Royal Albert'ı koymuş. Bugün burası daha çok Albert Hall olarak biliniyormuş. Dairesel bir plana sahip olan 5000 izleyici kapasiteli devasa bina, Roma amfiteatrlarını örnek alınarak tasarlanmış. Burada sirkler, film prömiyerleri ve müzik şovları düzenleniyormuş. Kraliçe Viktoria ve kuzeni Saksonya-Coburg-Gotha Prensi Albert 1840 yılında evlendiklerinde 20 yaşındalarmış. Viktoria döneminin ruhunu benimseyen Prens, güzel sanatlar ve bilimle de ilgileniyormuş. Bu ilgi daha sonra South Kensington'ın ünlü kurumlarına kaynaklık etmiş. 41 yaşında tifodan hayatını kaybeden prens, ardında Kraliçesini ve 9 çocuğunu bırakmış.
Imperial College'ın önünden geçerek Natural History Museum'a doğru ilerledik. Imperial College, Viktoria ve Albert Müzesi, Doğal Tarih Müzesi gibi, Prens Albert tarafından kurulmuş. Ne yazıkki Natural History Müzesini gezmeye vaktimiz kalmadı ve biz gidene kadar müze kapandı. Londra gezilecek birbirinden güzel yerlerle dolu bir şehir. Hepsini layıkıyla bir seferde gezmek mümkün değil. Güya bugün Hyde Park'ı görmeyi de planlamıştım ama ona da vaktimiz kalmadı.
Çünkü akşam için çok önceden aldığımız müzikal biletlerimiz vardı. Ünlü Phantom of the Opera müzikaline gittik. Müzikal gerçekten çok güzeldi. Fakat görece iyi bir para vermemize rağmen yerimiz çok güzel değildi. Balkonda biraz kenarda kaldık. Sahnenin bir kısmı görünmüyordu.
Müzikalin olduğu tiyatro otele yakındı. Müzikalden çıkışta, akşam ışıkları altında Londra sokaklarında yürüyerek, Trafalgar meydanından da geçerek otelimize döndük.
Müzikal kitapçığından |
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)