22 Kasım 2015 Pazar

Volga Volga Beyaz Geceler, 1.gün: Moskova

Havalimanından Moskova'nın şehir merkezine doğru giderken aslında herşey çok güzel gidiyordu. Derken bir trafik önümüzde belirdi ve bütün Moskova yolculuğumuz boyunca bizi bırakmadı. Moskova'nın trafiği İstanbul'dan bile berbat. Yollar 8 şerit, örümcek ağı gibi bir metrosu var, buna rağmen dehşet bir trafik var. Yandaki fotoğraf, Moskova'nın yeni, modern yüzün gösteriyor. Sanki yer yokmuş gibi bütün gökdelenleri aynı yere sıkıştırmışlar. Çoğu hala inşaat halinde ve Türk firmaları tarafından inşa ediliyor.
Gorki Parkının yanından geçerek, Moskova'nın tarihi merkezine doğru ilerledik. Rehber Gorky park dediğinde kafamda Scorpions'un "Wind of Change" şarkısı çalmaya başladı (https://m.youtube.com/watch?v=n4RjJKxsamQ). "I follow the Moskva, down to the Gorky Park, listening to the wind of change". Gerçekten Moskova'yı gezdikçe fark ettik ki Sovyet dönemiyle pek bir ilgisi kalmamış. Sokaklarda hep en son model lüks arabalar var. Türkiye'den bile daha kapitalist bir ülke olmuş artık Rusya. Biz oradayken Gorki Parkının içerisinde Sovyet uzay gemisi Buran sergileniyordu. Şimdi öğrendiğim kadarıyla Buran bir gece yarısı operasyonuyla Moskova'daki açık hava sergisi VDNKh'a taşınmış (http://www.themoscowtimes.com/business/article/monument-to-soviet-space-program-put-out-to-pasture-in-moscows-vdnkh/503050.html).
Yolumuzun üzerindeki bir diğer yapı ise Moskova Nehrinde yer alan 98 metre uzunluğundaki Büyük Peter Heykeli. Rus ordusunun kuruluşunun 300.yılını kutlmak için 1997'de Zurab Tsereteli tarafından tasarlanmış. Dünyanın en uzun 8. heykeli. Yaklaşık 1000 ton ağırlığında paslanmaz çelik, bronz ve bakırdan yapılmış. Heykelin aslında Kristof Kolomb'un yolculuğunun 500. yılı anısına yapıldığı söyleniyor. Amerikalı bir alıcı çıkmayınca Büyük Peter Heykeli diye Ruslara satılmış.
Ve sonunda Kızıl Meydan. Kızıl meydanın bir kenarında eski kraliyet kalesi şimdiki Rusya devlet başkanı ikametgahı olan Kremlin'in duvarları, bir kenarında Saint Basilin Katedrali, bir diğer kenarında alışveriş merkezi GUM, son olarak da Devlet Tarih Müzesi yer alıyor. Yandaki fotoğrafta güzel mimarisi ve heybetli görünümüyle Devlet Tarih Müzesi görülüyor.
Meydanın bir köşesinde ise Kazan Katedrali yer alıyor.
Devlet Satış Mağazaları'nın Rusça kısaltması olan GUM, Kremlin duvarlarının hemen karşısında yer alıyor. Çarlık zamanında ticaret merkezi olarak inşa edilen bu yapı Sovyet zamanında Devlet Satış Mağazası olarak hizmet vermiş. Şimdi ise bize çok tanıdık gelen alışveriş merkezlerinden biri olarak çalışıyor.
Binanın iç dizaynı çok güzel. İtalyan mimarisi hemen kendini hissettiriyor.
Alışveriş merkezinin içinde bir de market var. Fakat alışık olduğumuz marketler gibi değil, yandaki fotoğrafta görüldüğü gibi fazlasıyla şık.
Ve tabii ki Moskova deyince hepimizin gözünün önüne gelen Saint Basilin Katedrali. Burası yabancılar tarafından genellikle Kremlin ile karıştırılıyor. Korkunç İvan tarafından yaptırılmış. Soğana benzeyen rengarenk sekiz kubbe, sekiz ayrı zaferi simgeliyor. Bu sekiz kubbe ortadaki dokuzuncu kubbenin etrafında yer alıyor. Kenarda duran onuncu kubbe ise Saint Basil'in mezarı için yapılmış. Rivayete göre kiliseyi inşa eden mimar, bu güzellikte bir yapı daha inşa edememesi için kör edilmiş.
Kremlin sarayı duvarlarının Kızıl Meydana bakan kısmında Lenin'in anıt mezarı var. Anıt mezardaki kırmızı renkli granit komünizmi, siyah labrador ise yası temsil ediyor. Lenin'in naaşı bu anıt mezarda cam bir lahit içerisinde mumyalanmış bir şekilde duruyor. Bu mumya, 18 ayda bir çözülüp yeniden mumyalanıyormuş. Hatta üzerindeki takım elbise bile yeni ve temiz olanıyla değiştiriliyormuş. Anıt mezar fikri Stalin tarafından önerilmiş. 1953 yılında, Stalin'in naaşı da mumyalanarak buraya konulmuş fakat, 1961 yılında, Kremlin Duvarı önüne gömülmüş.
Mozele pazartesi hariç hergün 10:00 - 13:00 saatleri arasında ziyarete açık ve giriş ücretsiz. Biz ne yazıkki içeri giremedik çünkü sabah Ankara'dan yola çıkıp, Kızıl meydana vardığımızda çoktan öğleden sonra olmuştu. Ertesi gün de Kremlin sarayını, Arbat'ı ve Mosova metrosunu gezdik ve Kızıl Meydana dönme fıratımız olmadı. Kremlin Duvar Mezarlığında Stalin'le birlikte pek çok komünist lider ve Sovyet gömülmüş. Mesela kozmonot Yuri Gagarin'in mezarı da burada. Bu mezarlığa ilk defa 1917 tarihinde Ekim devriminde hayatını kaybeden 238 Kızıl Muhafız toplu olarak gömülmüş.
Böylece yoğun ve yorucu da olsa turdaki ve Moskova'daki ilk günü tamamladık. Gemiye ulaşmamız saatlerimizi aldı tabiiki. Yazımın başında da belirttiğim gibi Moskova'nın trafiği berbat. İlk bikaç saat Putin'in geçmesini bekledik. Daha sonra cuma akşamı olduğundan haftasonunu nehir kıyısındaki yazlıklarında geçirmek isteyen Moskovalılarla aynı yollara düştük. Gemiye vardığımızda akşam yemeğimizi yiyip doğru kamaramıza yatmaya gittik.

8 Kasım 2015 Pazar

Rusya: Volga Volga Beyaz Geceler

"Volga Volga Beyaz Geceler" turunu ilk duyduğumda çok ilgimi çekmişti: Moskova'dan Petersburg'a Volga nehri üzerinde seyahat. Oldukça ilgi çekici ve gerçekten de çok güzeldi. Bu nehir turu sayesinde Rusya'ya dair sadece Moskova ve Petersburg'dan fazlasını gördük. Başka bir şekilde buraları görmemiz mümkün değildi. Özet geçmek gerekirse, turumuz Moskova'dan başladı. İki gün Moskova'da gezdikten sonra gemimiz ilk durağımız Ugliç'e doğru hareket etti. Her ne kadar turun adında Volga nehri geçse de Moskova - St. Petersburg arasındaki yolculuğumuz tamamen Volga nehri üzerinde gerçekleşmedi. Moskova'da Volga nehrine ulaşmak için önce Moskova kanalını geçmek gerekiyor. Moskova Kanalı 128 km, Volga nehri ise 3688. Kanal 1932-37 yılları arasında yapılmış ve içerisinde 290 m uzunluğunda 30 m genişliğinde 11 tane kanal var. Biz Ugliç'e ulaşmak için bu kanallardan 7 tanesini geçtik. Moskova - Ugliç arası 263 km. İkinci durağımız Ribinks Su Havzası üzerinden ulaştığımız Yaroslavl. Ribinks su havzası 4500 km2 ve Ugliç - Yaroslavl arası 209 km. Üçüncü durağımız ise Şeksna Nehri üzerindeki Goritsi. Şeksna Nehri 196 km ve Yaroslavl - Goritsi arası 391 km. Dördüncü durağımız bu turda uğradığımız en kuzey nokta olan Kiji. 360 km uzunluğundaki Volga - Baltık kanalını, 1400 km2 alanıyla Beyaz Göl'ü ve 43 km uzunluğundaki Kovja nehrini geçtikten sonra 10000 km2 alanı olan Onega Gölü'ne ulaştık. Kiji, Onega Gölü kenarında bir kasaba. Goritsi - Kiji arası 375 km. Goritsi'den Kiji'ye ulaşmak için 6 tane su kanalı geçmek gerekiyor. Beşinci durağımız 215 kmlik Svir Nehri üzerindeki Mandrogi. Kiji - Mandrogi arası 277 km. Ve son durağımız St-Petersburg. Mandrogi - Petersburg arası 286 km. Mandrogi'den buraya ulaşmak için 18000 km2 alana sahip Ladoga Gölünü ve 74 km uzunluğundaki Neva nehrini geçmek gerekiyor. Yani bu tur sonunda nehir ve göller üzerinde toplam 1802 km yol katettik. Karayoluyla Moskova'dan St.Petersburg'a geçmek isteseydik önümüzde sadece 660 km'lik bir yol olurdu. Turumuzun son iki gününü St. Petersburg'da geçirdik.
Tur boyunca seyahat ettiğimiz nehir gemisinin adı MS Krasin. Yandaki fotoğrafta gördüğünüz ise kardeşi MS Karamzin. Gemi 125 m uzunluğunda, 16.7 m genişliğinde ve 2.76 m derinliğinde. Yaklaşık 240 - 260 kadarlık bir yolcu kapasitesine sahip küçük bir nehir gemisi. Odalarda banyo mevcut. Biraz küçük olduğunu eklemekte fayda var. Geminin içinde 2 tane restoran, geminin ön kısmında ise 1 tane bar mevcut. 200 kişilik bir konferans salonuna sahip. Geminin içinde ayrıca alışveriş yapabileceğiniz iki küçük dükkan ve 25 kişilik küçük bir okuma salonu var.
Rusya vize istemediğinden öyle bir dert yok. Seyahat bitiş tarihinden itibaren 6 ay geçerli pasaport yeterli.
Bu turun en sevdiğim özelliği neredeyse herşeyin tur fiyatı içerisine dahil olmasıydı. Gemideki alkollü/alkolsüz içecekler ve şahsi harcamalar hariç tabiiki. Hangi tur şirketini tercih ettiğimizi söylememe bile gerek yok: ETS tur. Her zamanki gibi çok memnun kaldık. Bu kadar girizgah yeterli sanırım. Bir sonraki yazımda ilk günümüzden (Moskova) anlatmaya başlayacağım.
Son bir ekleme: bu tura çıktığımız iki değil iki buçuk kişiydik. Yandaki fotoğrafta karnımdaki küçük Arda ne kadar belli oluyor bilemiyorum :)

26 Eylül 2015 Cumartesi

Midilli

Yazlıkta tatil yaparken uzaktan uzağa gördüğümüz Midilli adası düştü aklımıza. Biz de gidip bir yakından bakalım dedik. Burhaniyedeki bir tur şirketine giderek haftasonu bir gece kalmalı Midilli turu aldık. Yunan adalarına kısa sürekli vize için çok fazla evrak istemiyorlar. Biyometrik fotoğraf, 6 ay geçerli pasaport ve bir de 30 euro ücreti var. Tabi tur şirketi 60 euro istiyor ve yarısını cebe atıyor. Bu yüzden yeşil pasaportunuz varsa şimdiden 60 euro kârdasınız.
Ilk uyarım sakın bayramda gitmeyin. Adaya Türkler hücum ediyor ve çok kalabalık oluyor. Bayramdan önceki yada sonraki hafta da gitmeyin çünkü bayram kalabalığı hala geçmemiş oluyor. Tur rehberinin söylediğine göre pasaport kuyruğunda millet birbirinin ağzını yüzünü kırıyormuş. Biz bayramdan sonraki haftasonu gitmek gafletinde bulunduk. Yandaki fotoğraf Ayvalık tarafındaki pasaport kuyruğunu gösteriyor. Bu kuyrukta herhalde bir saatten fazla bekledik. Midilli tarafı ayrı bir hikaye. Aslında Ayvalık Midilli arası yaklaşık bir buçuk saat sürüyor. Ama pasaport kuyruklarındaki beklemeler yüzünden sabahın köründe çıktığımız Burhaniyeden ancak öğlen adaya varabildik. Dönüşte de benzer bir çileyi çektiğimiz düşünülürse şimdi Midilli deyince aklıma adadan çok bitmek bilmez kuyruklar ve beklemeler geliyor. Bu kuyruklar yeşil pasaportu olanlar için de geçerli buarada. Belki bayramdan çok uzak bir tarihte giderseniz bizim yaşadığımız çileyi yaşamazsınız.
Midilli aslında biraz Gökçeada'ya benziyor. Yerleşimler birbirinden uzak ve gidiş-geliş olan yollar çok virajlı. Adada ilk ziyaret ettiğimiz yer Agiasos köyü. Bu köyün şirin sokaklarından geçerek Panaya Aya Sion kilisesine ulaştık. Kilisede çok eski bir ikon varmış ama açıkçası benim ilgimi pek çekmedi. Gecikmiş öğle yemeğimizi burada sandviç olarak geçiştirdik. Ikinci durağımız Petra kasabası.
Burada bulunan bir kaya üzerine oturtulmuş Panaya Glikofilusa Kilisesini görebilmek için 114 basamak tırmanmanız gerekiyor. Açıkçası tırmandırdığınıza da değiyor çünkü manzara çok güzel. Kasaba sokaklarında dolaşarak ünlü Türk konağını bulduk. Bu kasabanın denize girebileceğiniz güzel bir sahili var. Fakat biz deniz molası vermeden dinlemek için odamıza çekildik. Kaldığımız otel denize biraz uzaktı ama deniz manzaralıydı. Zaten pek denize girecek fırsat bulamadan akşam yemeği için otelden ayrıldık.
Akşam yemeğimizi Molivos'ta bir tavernada yedik. Yemekler ve müzik çok güzeldi. Eğlenceli bir akşam geçirdik. Ertesi sabah otelde kahvalımızı yaptık ve bu sefer gezmek için Molivos'a geri döndük. Kalede inip aşağıya doğru yürümeye başladık. Midilli'de en çok Molivos'u beğendik. Rehberimizin dediğine göre Asos - Molivos arası seferler konulması planlanıyormuş. Işte o zaman sadece Molivos için Midilli'ye tekrar gelmek isterim.
Molivos çok şirin bir Ege kasabası. Çok şanslıydık çünkü biz gittiğimiz sırada yelken yarışları vardı. Bizim için güzel bir görsel şölen oldu.
Bir sonraki rotamız Mantamados köyü. Bu köy manda eti, sütü ve yoğurdu ile ünlüymüş. Buradaki Taxiarchis kilisesinin bahçesinde bir savaş uçağı var. Bunun sebebi bu bölgeye uçağı düşen 7 pilotun 7'sinin de sağ kurtulması imiş. Biz kiliseyi ziyaret ettiğimizde içeride bir vaftiz töreni vardı. Benim ilgimi çekmese de turdaki yolcular ilgiyle izlediler töreni.
Mantamados'tan sonra artık Midilli merkeze doğru dönüş yoluna geçtik. Yolda harabe halindeki Sarlıca Palace'ı gördük. Burası Osmanlı zamanında çok ünlü bir kaplıca oteliymiş ama şimdi terk edilmiş durumda.
Bir sonraki durağımız Plomari'deki Barbayanni uzo fabrikası. "Uzo" kelimesi aslında Italyanca kökenli. Bu içkinin asıl adı "tsipouro" imiş. Marsilya'ya gönderilen kasaların üzerinde "Marsilya'da kullanılmak üzere" anlamında "uso Massalia" yazarmış. Böylece zamanla bu içkinin adı uzo olarak değişmiş. Gittiğimiz uzo fabrikasında kredi kartı geçmediğinden hiçbirşey alamadık. Aslına bakarsanız adada hiçbir yerde kredi kartı geçmiyor. Ekonomi tamamen kayıt dışı. Rehberin söylediğine göre burda devlet fakir, halk zengin.
Tur şirketine misli misli ödediğimiz vize paraları bir şekilde adaya ulaşamamış. Girişte tekrar iki kişilik vize parası verince biraz nakit euro sıkıntısına düştük. Bu yüzden adada çok fazla alışveriş yapamadık. Şehir merkezine indiğimizde yeni camiyi ziyaret ettik. Isminin yeni olduğuna bakmayın yandaki fotoğrafta görüldüğü üzere pek de yeni bir tarafı yok. Rehberimizin söylediğine göre adadaki Osmanlı eserleri Yunanlar tarafından bilerek bakımsız bırakılıyormuş.
Ve geldik sonunda Midilli'nin simge yapılarından Agios Therpon kilisesine. Vapurla adaya yaklaşırken bu kilisenin silüeti hemen dikkat çekiyor.
Midilli'nin adı aslında Lesvos. Burası ünlü Yunan şairi Sappho'nun ve aynı zamanda Barbaros Hayrettin Paşa'nın memleketi. Eşcinsel kadın şair Sappho'ya atfen, Lesvoslu anlamına gelen lezbiyen sözcüğü 1800'lü yıllardan itibaren kadın eşcinsel anlamında kullanılır olmuş.
Son olarak taş kahveye gittik fakat ne yazık ki burada da kredi kartı geçmiyordu. Biz de şehir merkezinde biraz dolaştık. Dönüş yolculuğumuz gidis kadar eziyetli olmadı. Neyseki duty freede kredi kartı geçiyordu da dilediğimiz gibi alışveriş yapabildik. Ayvalık'ta pasaport kontrolune geldigimizde bizi yine baya bi beklettiler. Kendimizi kaybedip duty freede fazla icki almışız. Gümrük kontrolunde sıkıntı cikmasin diye bir kismini turdaki teyzelerin eline tutusturduk.

29 Ağustos 2015 Cumartesi

Üsküp

Balkanlardaki son durağımız Makedonya'nın başkenti Üsküp. Artık Üsküp deyince aklıma heykeller şehri geliyor çünkü şehrin yer yanında çeşit çeşit büyüklükte heykeller var ve hepsi de yeni yapılmış. Hatta bazıları hala yapım aşamasında. Rehberimizin anlattığına göre Yugoslavya'dan ayrıldıktan sonra Makedonlar bir millet bilinci oluşturmaya başlamış. Bu sebeple, tarih sayfasında yerini almış bütün ünlü Makedonların heykelleriyle süslemeye başlamışlar şehri. Şehre hergün yeni bir heykel yapılıyormuş.
Bizi tur boyunca 1000 km gezdiren şöförümüz de Üsküp'te yaşıyor. Rehber yeni gördüğü ve tanıdığı birine benzetemediği bir heykeli ona sordu. Üsküplüler artık o kadar duyarsızlaşmışlar ki bu heykel işine, söförümüz "valla onu ben de bilmiyorum", diye cevap verdi. Tabi en çok heykeli olan kişi tabiiki tarihteki en ünlü Makedon olan Büyük İskender. Gerçi bu konuda Yunanlılarla kavgalılarmış. Yunanlılar İskender'in Yunan olduğunu söylerken, Makedonlar da Makedon olduğunu iddia ediyorlarmış. Yukarıdaki resimde de görülen Üsküp meydanındaki "Büyük İskender" heykelinin adı, Yunanlıların zoruyla "Atlı Savaşçı" olarak değiştirilmiş. Bu meydana çıkan caddede ayrıca İskender'in babası ve annesine ait iki ayrı kaide var. Babasına ait kaidenin üst kısmında babasının heykeli, alt kısmında ise babasıyla birlikte İskender'i tasvir eden görece daha küçük heykeller bulunuyor.
Biz Üsküp'ü ziyaret ettiğimizde (yıl 2013) annesine ait kaidede sadece alt kısımdaki heykeller mevcuttu. Üst kısma da babasınınki gibi devasa bi anne heykeli yapılacağından bahsettti bizim rehber. Annesinin İskerderle birlikte tasvir edildiği heykeller bana biraz komik geldi açıkçası. Kadının İskender'e hamileyken, bebek yaştaki İskender'i emzirirken, kucağında oynarken betimlendiği tuhaf tuhaf heykelleri var.
Heykellerin yoğun olarak bulunduğu bölüm, Vardar Nehri kıyısı ve şehir merkezini Türk çarşına bağlayan, Fatih Sultan Mehmet tarafından yaptırılan, tarihi Taşköprü. Bu civarda 20'den fazla gelişi güzel yerleştirilmiş heykel var. Bu heykeller birbirlerinden o kadar alakasız ki, herbiri kendi havasında takılıyor, birbirleriyle hiçbir uyumları yok. Son olarak fotoğrafını koyacağım heykel, Kiril alfabesinin yaratıcıları olarak bilinen Kiril ve Metodius.
Sonunda asıl anlatmak istediğim yere geldik: Türk çarşısı. Türk kısmının durumu gerçekten içler acısı çünkü Makedonya hükümeti buraya hiç yatırım yapmıyormuş, kendi haline bırakmış. Kaldırımlar kırık dökük, sokaklar bakımsız. İnsanın içi acıyor. Biz gezerken turist olduğumuzu fark eden Üsküplü iki Türk genç kızın aralarındaki konuşması ise durumu özetliyor: "Ne işi var bu insanların burada. Biz burdan kaçmaya çalışıyoruz, onlar da buraya geliyor.".
Üsküp'te iki günümüz vardı. İlk gün şöyle kısa bir tur atıp otele dönmek üzere otobüsle buluşacağımız yere doğru ilerleken Rahibe Teresa'nın evini gördük. Rahibe Terasa mı, ne alaka?? dediğinizi duyar gibiyim. Rahibe Teresa Hindistan'da değil miydi, evinin Üsküp'te ne işi var? Bu sorular bizim de aklımızı kurcaladı. Neyse ki rehberimiz bize durumu hemen açıkladı. Rahibe Teresa aslen Üsküplüymüş ve misyoner olarak Hindistan'a gitmiş.  Ertesi gün tekrar gelip doğduğu evin içini de gezdik tabii.
Buluşma noktamız, üzerinde Üsküp'te 1963'te yaşanan depremin saatini gösteren bir duvar saati bulunan ve şimdi müze olarak işlev gören eski tren garı. Bu yıkık duvar depremin anısına bu şekilde bırakılmış.
Otele döndüğümüzde gördük ki otel odamızın içinde rahatlıkla at koşturulabilirdi :) Burdan ETS tura bir kez daha teşekkürlerimizi sunuyoruz. Ayrıca tepedeki ışıklı haç manzaralıydı. İlk fotoğrafta da görülen devasa haç, uzun cami minarelerine inat olsun diye 2002 yılında dikilmiş.
Akşam ETS tur bizi yemek için çok güzel bir restoranta götürdü (her tur şirketi bu tarz güzel organizasyonlar yapmıyormuş, turla gitmek isterseniz iyi araştırın derim, bilginize). Tesadüf o ki o akşam o restorantta (yandaki fotoğrafta da görebileceğiniz gibi) bir balkan düğünü vardı. Gerçekten çok eğlenceli bir akşam geçirdik. Yemekler ve müzik çok güzeldi.
Ertesi gün Üsküp'ü gezmeye kaldığımız yerden devam ettik. Otobüs bizi Üsküp kalesinin yakınında bıraktı ve biz oradan kendi yolumuzu bularak Üsküp'ü gezmeye başladık. İlk durağımız Aziz Saviour Kilisesiydi. Bu kilise Osmanlı zamanında yerin 2 metre altına gömülmüş çünkü o zamanlar camilerden daha yüksekte bir kilise istenmiyormuş. Kilisenin içinde çok güzel ahşap işçiliğe sahip bir altar var. Tavandaki İsa resmi ne tarafa gitseniz size bakıyormuş gibi görünüyor.
Daha sonra Türk Çarşısının içinden ve Davutpaşa Hamamının yanından geçerek kendimizi Üsküp sokaklarına saldık.
Taşköprünün hemen yanındaki Arkeoloji müzesi (bkz. yandaki fotoğraf) biz oradayken henüz hala yapım aşamasındaydı ve açılmamıştı.
Biz taşköprünün üstünden geçerek Büyük İskender heykelinin olduğu Makedonya Meydanına çıktık ve daha önce bahsettiğim gibi Rahibe Teresa'nın evinin içini gezdik.
Suluhan'da yemek molası verdik. Söylemeyi unuttum sanırım. Biz Balkanlar turuna çıktığımız gün İstanbul'da gezi olayları patlak verdi. Balkanlarda geçirdiğimiz her akşam otele döndüğümüzde yaptığımız ilk iş televizyonu açıp CNN izlemek oluyordu. Sonradan öğrendikki zaten Türkiye'dekiler de CNN izliyorlarmış çünkü bizim kanallar doğru düzgün göstermiyormuş olayları. Dünyanın her yanından olduğu gibi Üsküp'ten de Taksim'deki direnişe destek verenler vardı.
Balkanlar turumuz Üsküp'te sona erdi. Bir sonraki durağımız Midilli adası :))

16 Ağustos 2015 Pazar

Kalkandelen

Alaca Camii, Kalkandelen'e uğrama sebebimiz. 1438 yılında iki kız kardeşin mali desteğiyle İshak Bey'e yaptırılmış. Alaca Camii'nde seramik süslemeler yerine çiçek desenleri kullanılmış. Bunda camiinin yapımını sağlayan iki bayanın katkıları olduğunu düşünüyorum. Dikdörtgen kesitli camideki boya düzenini sağlamak için 30000'den fazla yumurta kullanılmış. Ayrıca, camiinin avlusunda camiyi yaptıran iki kız kardeş Hurşide ve Mensure hanımların türbeleri var.

9 Mayıs 2015 Cumartesi

Resneli Niyazi ve Resne

Ohrid'den son durağımız olan Üsküp'e doğru giderken yolda Resneli Niyazi'nin konağını görmek için Resne'ye uğradık. Niyazi Bey 1873 yılında Makedonya sınırları içerisinde kalan Manastır yakınlarındaki Resne kasabasında yandaki fotoğrafta görülen konakta doğmuş. İttihak ve Terakki'nin önde gelen isimlerindenmiş.
Paris'teki Versay sarayını bir kartpostalda görmüş ve çok beğenmiş. Bunun üzerine memleketinde bu sarayın aynısını yaptırmaya karar vermiş. Ne yazıkki sarayını (ya da konak demeliyim çünkü yaptırdığı konağın Versay sarayıyla pek bir alakası yok :) göremeden ölmüş. Resneli Niyazi'nin ölümü de ayrı bir hikaye çünkü kendi koruması tarafından öldürülmüş. Bir rivayete göre sivri bir kişilik olduğundan İttihak ve Terakki tarafından öldürtülmüş. Bu sebeple, "Ne şehit oldu, ne gazi, b.k yoluna gitti bizim Niyazi" lafı Resneli Niyazi içi söylenmiştir.
Resneli Niyazi'nin dilimize kazandırdığı bir başka deyim ise "geyik muhabbeti". Niyazi Bey yavru bir geyiği evcilleştirmiş ve yanından hiç ayırmazmış. Bu geyik çok ünlü olmuş. O dönemler II.Meşrutiyetin ilan edildiği ve siyaset ortamının karışık olduğu dönemler ve şimdiki gibi gazeteler üzerinde yoğun bir baskı var. Gazeteler günün siyasi olaylarından bahsedemediğinden hergün Niyazi Bey'in geyiğini haber yapıyorlarmış. Halk da bunun üzerine şöyle demiş: "Bırakın bu geyik muhabbetini da gerçek haberlerden bahsedin."

19 Nisan 2015 Pazar

Ohrid

Bir kısmı Arnavutluk, diğer bir kısmı ise Makedonya içinde kalan Ohrid Gölü gerçekten görülmeye değer bir yer. Bu göl UNESCO Dünya Kültür Mirası listesinde yer alıyor. Gölün kenarına kurulmuş 3 şehir var. İkisi Makedonya sınırları içerisindeki Ohrid ve Struga, diğeri Arnavutluk sınırı içerisindeki Pogradec. Biz gezimize Ohrid gölünün Kara Drin nehrine boşaltıdığı yere kurulmuş olan Struga şehriyle başladık.
Kısa bir fotoğraf molasının ardından 2 gece konaklayacağımız otele, oradan da akşam yemeği yiyeceğimiz restorana gittik. Restoranda bizi bir süpriz bekliyordu: Balkan müzikleri eşliğinde dans eden bir folklör grubu. Güzel geçen gecenin sonunda balkan ezgileriyle dans ederken bulduk kendimizi. Ertesi gün yoğun bir program bizi beklediğinden çok geç olmadan otelimize döndük.
ETS Tur yine bize kıyak geçmiş, diğer kaldığımız otellerde olduğu gibi bize yine manzaralı oda vermiş. Sabah muhteşem bir göl manzarasıyla uyandık.
O sabah kendi rehberimizin yanında bize Ohrid'den yerel bir rehber eşlik etti. Adı Cingiz. Savaş zamanında göç etmeyip burada kalan Türklerden. Çok tatlı bir Türkçesi var. Konuşmasını anlamaktan zorlandığımızda, "Bizim evde konuşulan Türkçeyle konuşsam hiçbirşey anlamazsınız, asıl Türkçe bizim konuştuğumuz" dedi.
Bir önceki gün Ohrid gölünün döküldüğü yeri görmüştük. O sabahki ilk durağımız ise Ohrid gölünün doğduğu yerdi. Manzara o kadar güzel, su o kadar durgundu ki insan burada hiçbirşey yapmadan saatlerce durabilir.
Ohrid'nin kaynağının olduğu yerde St.Naum manastırı var. St Naum, Kiril alfabesinin yaratıcılarından biri olarak tanınıyor. Manastırın içinde o kadar çok tavuskuşu vardı ki Seville'de başlayan tavuskuşu korkum yine alevlendi. Ohrid Gölü yılanbalıklarıyla ünlü. Gölde çifleşen yılan balıkları buradan tam Meksika körfezine kadar gidip yumurtalarını orada bırakıyorlarmış. Fakat Ohrid'e geri dönmeye ömürleri yetmiyormuş.
Yumurtadan çıkan yavrular ise bir şekilde Ohrid gölünün yolunu bulup çiftleşmek için yine buraya dönüyorlarmış. İkinci durağımız Ohrid çarşısı. Ohrid aynı zamanda incisi ile ünlü. Yalnız buradaki inci öyle midyeden çıkmıyor. Ohrid'de yetiştirilen bir balığın pulları toz haline getirilip sıkıştırılarak yapılıyormuş.
Yandaki fotoğrafı görüp de burası Safranbolu mu diye aldanmayın. Burası hala Ohrid. Şehir içerisinde biraz yürüyüşe çıktık ve kaleye uzaktan bir selam çaktık, antik tiyatroyu gördük. Daha sonra tekne turuna geçtik.
Balkan müzikleri eşliğinde çok güzel bir göl turu yaptık. Tito'nun yazlığını gördük. Hava sıcaktı ve su çok durgundu. İçimizen gölün serin sularına atlamak geldi ama hazırlıklı gelmemiştik. Tekne turu sonrasında meşhur Ohrid balığında yemek için bir retorana oturduk. Otele dönünce mayolarımızı giyip göl kenarına indik. Fakat öğlen güneşi gimişti ve hava biraz soğumuştu. Gölün suyu ise buz gibiydi. Biz de ayaklarımızı sokmakla yetindik.
Uzun geçen günün sonunda akşam olmuştu bile. Geceyi Ohrid'deki otelde geçirip ertesi gün erkenden Resne'ye doğru yola çıktık.