6 Mayıs 2018 Pazar

Londra son gün: Natural History Museum, Science Museum ve National Gallery

Londra'daki son günümüzde Oxford'a gitmeyi planlamıştık. Fakat Kensington bahçelerini gezdiğimiz gün Natural History Museum'a (Doğal Tarih Müzesi) vakit kalmayınca, British museum'da da yangın alarmı çalıp müzeyi gezmek yarım kalınca, son gün Oxford'a gitmek yerine, bugünü gezemediğimiz müzelere ayırmaya karar verdik.
Doğal Tarih müzesinin yukarıdaki fotoğraftaki girişini gördüğümde buraya kesinlikle gitmeliyim dedim. Bana Harry Potter filmlerinden çıkmış gibi geldi. Tabiiki burası Harry Potter'dan oldukça eski. Olsa olsa Harry Potter'ın yazarı bu müzeden etkilenmiş olabilir. Biz sabah erkenden daha müze açılmadan kapısında beklemeye başladık. Bu yüzden yukardaki kısmen boş müzenin fotoğrafını çekebilidim.
Bu müze de diğerleri gibi ücretsiz. Isterseniz müzeye bağışta bulunabiliyorsunuz. Bu müze içerisinde de birçok okul grubu görebilirsiniz. Girişte bizi karşılayan dinazorun adı 'Dippy' imiş. Biz gittiğimizide hala girişteki yerindeydi ama 2017'de büyük bir mavi balina iskeleti ile değiştirilmiş. Hope isimli mavi balina yukarıya asıldığından, 'Dippy'nin müze tabanında kapladığı alan da boşalmış.
Doğa Tarihi Müzesinin büyüleyici koleksiyonunda 70 milyonu aşkın örnek bulunuyormuş. Aslında Charles Darwin ile Kaptan Cook'un botanikçisi Joseph Bank ve diğerlerinin topladığı eserlerin deposu olan müze, geleneksel sergilerin yanı sıra, yaratıcı interaktif sergilere de sahip. Çocukların ilgisini çeken dinazor koleksiyonu gibi bölümleriyle Londra'nın en popüler müzelerinden biri. Burası bilim insanlarının araştırmalarını hala sürdürdüğü bir müze. Natural History museum dört bölüme ayrılmış. Mavi bölgede dinazor galerisi ve images of nature sergisi yer alıyor. Yeşil bölgede ekoloji ve böcekler galerisi, turuncu bölgede vahşi yaşam bahçesi ve kırmızı bölgede yerbilimsel sergiler. Biz gezmeye mavi bölgeden başladık. Buranın devamında Darwin merkezi yer alıyor. Merkezin ilgimizi en çok çeken bölümü Cocoon yani 'koza' oldu. Burada dünyadaki bütün böcek türlerinden örnekler vardı. Ayrıca, bu bölgede güncel bir şekilde bilimsel çalışmalar yapan çalışanlar da vardı.
Müzede bol bol dinazor fosili görmek mümkün. Bu fosillerin yanı sıra müzede animatronik modeller de mevcut. Bu ne demek derseniz; maket, gerçek boyutta, hareket edip ses çıkartan dinazorlar. Bu bölümde ayrıca dinazor yumurtaları da sergileniyor.
Memeliler galerisinde, günümüzde varlığını sürdüren hayvanların yanısıra, fosiller ve bugün dünyadaki en büyük memeli olan gerçek boyutlardaki mavi balinanın yanında küçük kalan türler de sergileniyor.
Gösterişli süslemelerle dekore edilen Crownwell Road girişi, daha önce bahsettiğim (ilk fotoğrafta görülen) büyük merdivenli, Dippy'nin olduğu etkileyici Merkez Salon'a çıkıyor. Exhibition road üzerinde yer alan bir başka giriş ise yandaki fotoğrafta görülen yerbilimsel sergilerin olduğu alana çıkıyor.
'Flaş Haber: Süperman'in süper düşmanı bulundu. Sakın Lex Luther'a söylemeyin ama bilim adamları kripton'u Dünya'da buldu. Kripton taşı, çizgi filminde süperman'in güçlerini zayıflatan tek şeydi. Süperman Geri Dönüyor filminin yazarları, ona uydurma bir formül verdiler. Doğal Tarih Müzesindeki bilim adamları, Sırbistan'da bulunan yeni bir minerali analiz ettiklerinde çok şaşırdılar. Kripton ile aynı formülü taşıyordu. Bu müthiş bir tesadüf. Her sene yaklaşık 30 - 40 yeni mineral bulunuyor ve yaklaşık 4300 mineral biliniyor. Bulunan bu yeni mineralin adı jadarite. Şimdiye kadar bu taşla temasa geçen hiçbir bilim adamı negatif bir etkisini hissetmedi.'
Son olarak bu müzenin tavanından bahsetmek istiyorum. Tavanda yer alan 162 panel, birçok bitkinin resmine ev sahipliği yapıyor. Bunların arasında limon ve şeftali ağaçları gibi meyve ağaçları ve tütün, ayçiçeği gibi bitkiler yer alıyor. Müzenin 1870 yıllarında yapımına başlandığında, Britanya, Kanada'dan Hindistan'a kadar uzanan büyük bir imparatorlukmuş. Kaşifler, dünyanın dört bir yanında buldukları biyolojik çeşitlilikten çok etkilenmiş ve örneklerini evlerine, Britanya'ya göndermişler. Onların buluşları, Viktorya dönemi botanikçilerine ilham vermıiş. Tavanı süsleyen çoğu bitki aynı zamanda ilaç olarak da kullanılıyor. Bazıları ise, pamuk ve çay gibi, o dönemlerde ticareti çok yapılan bitkiler.
Sıradaki müzemiz, Doğal Tarih Müzesinin hemen yanı başında duran Science Museum (Bilim Müzesi). Müzede dünyayı endüstri devrimine ulaştıran buharlı makinalar, dokuma tezgahı, gemicilik ve erken uçaklar gibi İngiliz keşifleri sergileniyor. Science museum, 7 kata yayılmış. Ağır makinalar ve büyük ölçekli aletler müzenin giriş katında sergileniyor. Telekominikasyon, zaman ölçümü, tarım ve hava durumu ile ilgili sergiler 1. katta yer alıyor. Enerji galerisi ve bilgisayarlar 2. katta, sağlık ve uçuş sergileri 3. katta görülebilir. 4 ve 5. kat tıp tarihine adanmış. Müze binasının hemen batısında kalan 4 katlı yapı ise Hoşgeldin kanadı. Exploring Space bölümünde roketler, uydular, uzay modülleri ve iniş ünitelerinin yanı sıra, dünyanın ilk uydusu Sputnik'e ilişkin bilgilerin sunulduğu sergide diğer gezegenlere gönderilen uydular ve aya nasıl ayak basıldığı anlatılıyor. Mayıs 1969 tarihinde Ay'ın etrafında dönen kumanda modülü ile Buzz Aldrin ve Neil Armstrong'u Temmuz 1969 tarihinde aya götüren Apollo 11'in bir replikası burada bulunuyor. Benim ilgimi en çok çeken kısım ise Who am i? galerisiydi. Bu galeride, ilgi çekici interaktif gösterilerin yanı sıra, pek çok nesnenin bulunduğu donanımlı sergilerle beyin bilimi ve genetik bilimindeki son gelişmeler anlatılıyor. Bana kalırsa bu müze genel olarak biraz çağ dışı kalmış. Teknoloji yardımıyla daha ilgi çekici bir müze haline getirilebilir. Müzenin hediyelik eşya bölümüne uğramadan geçmeyin. Ilginizi çeken bir çok şey bulabilirsiniz.
Londra'da cuma gününü müzelere ayırmak çok mantıklı çünkü British museum cuma günleri akşam 8 buçuğa kadar açık ve National Gallery akşam 9'a kadar açık. ilk planımızda burayı gezmeye vakit ayırmamıştık çünkü Londra'da her yeri detaylı olarak gezmeye kalksanız bir ayda bitiremezsiniz herhalde.
Aynı gün içinde hem Natural History Museum'u, hem Science musuemu, hem British museum'un kalan kısmını, hem de National Gallery'i gezmeye çalışınca son müzeye çok az vakit kaldı tabii ki. Galerinin koleksiyonu, 1824'te ülke adına satın alınan 38 adet tablodan 2000'i aşkın eseri kapsayacak kadar gelişmiş. Ana binanın batısındaki Sainsbury kanadında 1260 ile 1510 arasından kalan eserler var. Biz de bu müzeyi hızlı bir şekilde tarih sıralamasına göre gezmeye karar verdik. Müzenin Londra'daki diğer müzeler gibi ücretsiz olduğunu da tekrar hatırlatayım. Müzenin batı kanadında, 1510 ile 1600 yılları arasındaki eserler var. Bu dönemden ilgimi çeken eser, Tiziano (Titan)'ın 'Noli me Tangere' tablosu oldu. Tiziano doksan dokuz yaşına kadar yaşamış. Ünlü ressam, 'ne Leonardo gibi evrensel ilgileri olan bir bilgin, ne Michelangelo gibi üstün bir kişilik, ne de Raffaello gibi kolay ve çekici bir insandı. O herşeyden önce bir ressamdı. Ama boyaları kullanmadaki ustalığı, Michelangelo'nun çizimde gösterdiği ustalığa denk düşen bir ressam.
Bu üstün ustalık ona kompozisyonun zamanla giderek itibar kazanan kurallarını bir yana itme ve apaçık bir şekilde uyumu yeniden kurmak için renge sarılma olanağını verdi.' (Gombrich). Yandaki tablosunun ilgimi çekmesinin sebebi, ressam bir yakınımızın evinde bu tablonun kendi yaptığı replikasının bulunması. O replikayı gördüğümde onun ünlü bir tablonun replikası olduğunu anlamadığımdan resmetmek için ne saçma bir konu demiştim. Ne yazıkki 16.yy başlarında ressamlar öyle her istediği konuyu resmedemiyordu, dini konuları resmetmeliydiler çünkü kiliseler bu tarz eserlere ilgi gösteriyorlardı ve ressamlar yaptıkları tablolardan para kazanmak zorundalardı. Okuma yazma oranları düşük olduğundan insanlar Incil'i resmedilen tablolardan öğreniyorlardı. Kiliseler bu sebeple Incil'den sahneler içeren tablolarla doluydu. 'Noli me Tangere' de Isa'nın tekrar dirildikten sonra Meryem'i teselli etmek için ona görünmesini resmediyor. Meryem onu ilk önce bir bahçivan sanıyor. Meryem onu tanıdığında, Isa ona dokunmamasını istiyor. Tablonun ismi de burdan geliyor. Tablonun x-rayi çekildiğinde, ressamın tablo üzerinde sonradan değişiklikler yaptığı anlaşılmış.
Kuzey kanadı, 17.yy resimlerine ayrılmış. Bu dönemden ilk ilgimi çeken eser, Jan van Eyck'in Giovanni Arnolfini ve Karısı tablosu oldu. Bu müzede turist gibi elimde telefonla sürekli fotoğraf çekesim gelmedi. O yüzden bu eserin fotoğrafını çekmedim. Ama yanda va altta, Gombrich'ten çektiğim fotoğraftan eseri ve ayrıntılarını görebilirsiniz. Jan van Eyck Flaman bir sanatçı. Kendisi aynı zamanda yağlıboyayı bulan ressam.O zamanın resamları boyalarını, tüplerde ya da kutularda ve renkleri önceden hazırlanmış olarak satın almıyorlarmış. Kendi boya pigmentlerini hazırlamak zorundaymışlar ve bunun için renkli bitkileri, madenleri kullanıyorlarmış. Bunları, iki taş arasında kendileri veya çırakları eziyormuş. Bu yolla elde edilen tozu birbirine bağlamak için yumurtayla sulandırıyorlarmış. Jan van Eyck yumurta yerine yağ kullanarak yağlıboyayı bulmuş.
Giovanni Arnolfini ve Karısı  tablosunda, zengin bir Italyan tüccar ve karısı resmedilmiş. "Bu resim, olasılıkla onların yaşamlarının önemli bir anını, evlilik sözü vermelerini gösteriyor. Genç kadın sağ elini Arnolfini'nin sol eline henüz koymuş. Arnolfini de birleşmelerini perçinlemek için sağ elini onun eline koymak üzere. Bir noterden, buna benzer önemli bir törende hazır bulunup tanıklık yapmasını istediği gibi belki de sanatçıdan bu önemli anı bir şahit olarak kaydetmesi istenmiştir. Bu durum sanatçının tablonun göze çarpan bir yerine adının Latince olarak 'Jan Van eyck de buradaydı' diye neden yazmış olduğunu açıklayabilir. Odanın arkasındaki aynada tüm sahneyi arkadan yansımış şekli ile görüyoruz burada aynı zamanda ressamı ve şahidi de görür gibiyiz." (Gombrich). Çift, zengin bir şekilde dekore edilmiş bir oturma odasında görünüyor. O zamanlar yatakların böyle odaların bir parçası olmasına sıklıkla rastlanırmış.
Benim ilgimi çeken bir sonraki eser, aslında bir tablolar serisi. Yandaki fotoğrafı internetten buldum. Genelde kendi çekmediğim fotoğrafları koymuyorum ama bu tabloları anlatabilmek için koymak istedim. Bu tablolar serisinin resssamı Joachim Beuckelaer, ismi ise 'The Four Elements'. Bu dört resim, dört element olarak bilinen Toprak, Su, Hava ve Ateş'i tema olarak kabul etmiş. 16. ve 17.yy'larda, elementleri doğa referans alınarak sembolize etmek yaygınmış. Bu tablolarda, satış veya yemek pişirmek için kullanılan ürünlerin temsili, Incilin bölümleri ile birleştirilmiş. Bu dört resim, italya'da bir müşteri için üretilmiş. Sol üstteki tablonun adı: Toprak (Earth). Sebzeler soldaki kadın tarafından sepetten çıkarılır ve izleyiciye doğru ilerler. Tabloda, onaltı farklı sebze ve meyve çeşidi tespit edilmiş. Tablonun sol üst köşesindeki köprünün üstünde Incil'den figürler mevcut. Sağ üstteki tablonun adı: Su (Water). Bu resimde, satışa sunulan balıklar arasında on iki farklı balık türü tespit edilmiş. Tablonun üst bölümünün ortasındaki kemerin altında yine Incil'den bir sahne var. Sol alttaki tablonun adı: Hava (Air). Bu tabloda farklı kümes hayvanları satışa sunuluyor. Kompozisyonun ortasında uzak bir şekilde yine dinsel öğeler mevcut. Son olarak sağ alttaki tablonun adı: Ateş (Fire). Bu eserde, ateşin üstünde pişirmek için hazırlanmış et ve kümes hayvanları var. Mutfağın ötesinde Isa ve Meryem birlikte otururken resmedilmiş. Gelelim benim bu tabloları sevme sebebime. Ilk olarak tablolardaki metalik renk çok hoşuma gitti. Resimlerdeki insanlar yoğun bir uğraş içinde. Birde sanki bu insanlar sizin onları izlediğinizin farklında gibi. Bir uğraş içindeler ama izlenildiklerini bilir gibi poz vermişler sanki.
Sırada Rembrandt var. Onun başka eserlerini St.Petersburg'daki Hermitage müzesinde görmüştük. 'Rembrandt'ı, öteki büyük ustalardan daha yakından tanıdğımızı hissederiz. Bunun nedeni, sanatçının, yaşamını bir dizi kendi portresiyle inanılmaz bir şekilde belgelemiş olmasıdır. Başarılar içinde yüzdüğü ve revaçta bir usta olduğu gençlik yıllarından, iflasın trajedisiyle yalnız geçirdiği yaşlılık yıllarına kadar uzanan bu portreler, benzersiz bir otobiyografi oluştururlar.' (Gombrich). National Gallery'deki bu portre Rembrandt'ın 34 yaşındaki halini gösteriyor. National Gallery'i layıkıyla gezemedik çünkü çok az vakit ayırmıştık ve kapanma saati geldi. Ne yazıkki 1700 ile 1920 arasındaki eserlerin sergilendiği doğu kanadını göremedik.
Ve Londra gezimizi Harry Potter ile sonlandırdık. Biz ordayken 'Harry Potter and the Cursed Child' oyununun provaları başlamıştı fakat henüz premieri yapılmamıştı. Biz de oyunun oynanacağı binayı şöyle bir uzaktan gördük. Londra'da gitmek isteyip de gidemediğimiz o kadar çok yer oldu ki. Bu şehre bir daha uğrayacağımız kesin. National Gallery'i bir kere daha sakin kafayla gezmek ve görmediğim doğu kanadını görmek isterim mesela. Onun hemen yanı başındaki National Portrait Gallery'i de. Ve tabiiki Victoria and Albert Museum'u. Tate Modern de listemde. Oxford'a gidemedik. O da yapmak istediklerim arasında. Umarım yakın bir zamanda görüşürüz Londra.