10 Kasım 2013 Pazar

Malaga

10:40'ta Sevilla'dan başlayan yolculuğumuz 13:50'de Malaga'da sona erdi ve otelimize yerleştik. Eğer bir gün yolunuz Malaga'ya düşerse kaldığımız oteli kesinlikle tavsiye ederim: Hotel Petit Palace Plaza Malaga. Avrupa'ya gittiğimizde genellikle fiyatları uygun olduğundan banyosu ortak kullanım olmayan hostellerde kalmayı tercih ediyorduk. Bu sefer uygun bir fiyata 4 yıldızlı bir otel bulmak bizi hem şaşırttı hem de mutlu etti.
Yaptığımız plana göre ilk olarak katedrali gezecektik. Fakat, zaman biraz ilerlemiş olduğundan kapanmadan Alcabaza ve Castillo de Gibralfaro'yu gezmeye karar verdik. Alcabaza, 11.yy'da Mağribiler tarafından kurulmuş bir kale. İspanya'da bir sürü "alcabaza" var. Bunlardan birini Sevilla'da, diğerini Granda'da görmüştük. Malaga'dakinin en iyi korunmuş "alcabaza" olduğunu iddia ediliyor.
Bir sonraki durağımız: Castillo de Gibralfaro. Alcabaza'ya girerken Castillo de Gibralfaro giriş biletini de alabilirsiniz. Fakat oraya gitmek için Alcabaza'dan çıkıp 35 numaralı otobüse binmeniz gerekiyor. Rehber kitaplarında yürünebileceği de yazıyor ama çok yokuş var ve uzun bir yol. Yukarı çıktığınızda mükemmel bir Malaga manzarası sizi bekliyor. Kale duvarları üzerinde gezebilir, manzaranın tadını çıkartabilirsiniz.
Sonraki durağımız olan Picasso'nun doğduğu eve doğru yola çıktık. Pablo Diego Jose Francisco de Paula Juan Nepomuceno Maria de los Remedios Cipriano de la Santisima Trinidad Ruiz y Picasso 25 Ekim 1881'de bugün müze (Museo Casa Natal) olarak kullanılan Plaza de la Merced No.15'te doğmuş. Bir önceki cümlede de yazdığım gibi bizim Pablo Picasso olarak bildiğimiz sanatçının aslında upuzun bir ismi var. Sanatçının doğduğu ev, Fundacion Picasso tarafından yeniden döşenmiş ve görülmeye değer.
Picasso'nun evini ziyaret ettikten sonra sahile doğru yürüdük. Malaga'nın sahilini görür görmez aşık oldum. Ne özelliği vardı derseniz öyle çok açıklayamam. Belki de mayıs ayında deniz görmek benim gibi ankaralı bir insanın hoşuna gittiğindendir. Ertesi gün Malaga'ya arabayla yaklaşık 1 saat uzaklıktaki sosyetik tatil beldesi Marbella'ya gidecektik. Fakat Malaga'nın bu güzel sahilinde denize girmeyi Marbella'ya gitmeye tercih ettik ve hemen planlarımızı değiştirdik.
Akşam Malaga'nın araç trafiğine kapalı sokaklarında gezdik. Malaga, İspanya'nın "Costa del Sol" (güneş sahilleri) denilen bölgesinin merkezi. Başka bir değişle İspanyol rivierasının başkenti. Malaga'da tarih, kültür, deniz ve eğlence içiçe geçmiş durumda. Herkes için sunacak birşeyleri var. Birkaç adım yürüdüğünüzde bambaşka bir şehir çıkıyor karşınıza. Akşam yemeğimizi Tio Pepe şerileri olan bir restorantta yedik.
Ertesi gün ilk durağımız bir önceki gün gidemediğimiz katedraldi. Katedrali gördükten sonra yürüyerek ve hediyelik eşya alışverişi yaparak sahile indik. Bütün tatilin acısını çıkartırcasına deniz kenarında güneşlenerek dinledik ve çok da yorulduğumuzu fark ettik. Mayıs ayında denize girmenin keyfini çıkarttık. Öğle yemeği için deniz kenarındaki salaş restorantları tercih ettik.
Yandaki fotoğraftta görüldüğü gibi kum ve odun doldurulmuş bir kayık üzerinde şişe geçirilmiş balıkları pişiriyorlardı. Benim çok ilgimi çekti ve denedim. Çok da güzeldi, kesinlikle tavsiye ederim. Bütün gün deniz ve güneşten faydalandıktan sonra otele doğru yürümeye başladık. Yol üzerinde yeni yapılmış limanı gördük. Limanın, kenarındaki çeşit çeşit dükkanları ve restorantları ile modern bir görünümü vardı.
Çok kalabalık olan kafe-bar tarzı bir restoranta girdik. Buranın neden bu kadar kalabalık olduğunu daha sonra anladık. Yandaki fotoğrafta görülen kovada 5 tane bira sadece 3 euroydu. Aslında biranın yanına atıştırmalık bişeyler de vardı ama menü ispanyolca olduğundan hiçbirşey anlayamadık. Bilmediğimiz birşey sipariş vermeyelim diye biraları yanında aperatif olmadan içtik :))
Böylece her dakikasından büyük keyif aldığımız Endülüs turumuzun sonuna geldik. Bir sonraki sene yaptığımız balkanlar turunda görüşmek üzere...

3 Kasım 2013 Pazar

cadiz

Bizi El Puerto de Santa Maria'ya getiren otobüs Cadiz'e doğru karadan giderken biz Atlas okyanusunun tadını çıkartmak için tekneye bindik. Cadiz, ana karaya ip gibi ince iki karayoluyla bağlanan bir yarımada. Doğruyu söylemek gerekirse Cadiz'de çok vakit geçiremedik. Limana vardığımızda karayoluyla bize yetişen otobüse bindik ve otobüsle kısa bir panaromik tur attık.
Cadiz'in şık katedralini dışarıdan fotoğraflama şansına da eriştikten sonra Sevilla'ya doğru (bu sefer karadan) yola çıktık.
Yolunuz düşerse katıldığımız bu Jerez - Cadiz turunu kesinlikle tavsiye ederim. Katılan kişi sayısı çok az olduğundan bize özel tur gibiydi. Tek kötü yanı Cadiz'de az vakit geçirmemizdi.
Bu tura katıldığımız için gidemediğimiz Cordoba da tabiiki aklımızda kaldı. Bir dahaki sefere yolumuz Endülüs'e düşerse mutlaka Cordoba'ya da uğramayı düşünüyoruz.

5 Ekim 2013 Cumartesi

El Puerto de Santa Maria

Jerez'den sonra rotamızı Atlas Okyanusu kıyısındaki El Puerto de Santa Maria'ya çevirdik ve öğle yemeği molamızı burada verdik.  Bir sonraki durağımız olan Cadiz'e tekneyle gidecektik. O yüzden teknemizin kalkış saati gelene kadar bu küçük kasabayı turladık. El Puerto de Santa Maria'da küçük bir kaleden başka gezilecek pek birşey yok. Tipik bir İspanyol kasabası. İnsanlar öğleden akşama kadar siesta yapıyorlar ve yandaki fotoğrafta da görüldüğü üzere sokaklar bomboş.

29 Eylül 2013 Pazar

jerez

Endülüs turumuzu 3 gecemizi Sevilla'da geçirecek şekilde ayarlamıştık. Bunun iki gününü Sevilla'yı gezerek geçirecektik. Geriye kalan bir günde ne yapacağımıza karar vermek biraz zor oldu. Önce Cordoba'ya gitmek istedik. Orayı biraz araştırdığımızda meşhur camisinden fazla birşeyi olmadığını düşündük ve rotamızı güneye çevirdik. Jerez ve Cadiz ilgimizi çeken yerledi. İnternette biraz araştırma yapınca günübirlik Jerez ve Cadiz turuna rastladık (http://www.viator.com/tours/Seville/Jerez-and-Cadiz-Day-Trip-from-Seville/d556-2198SP007VB). Tren biletlerinin ve turun içindeki gezilerin fiyatlarını hesapladığımızda, bu turu kendi kendimize yaptığımız taktirde neredeyse aynı paraya geleceğini fark ettik. Biz de Sevilla'da internetten bulduğumuz tur şirketine gidip rezervasyonumuzu yaptırdık.
Tur minibüsü sabah bizi otelimizden aldı ve yaklaşık 10 kişilik bir grupla gezimize başladık. Öncelikle kısa bir Sevilla turu yaptık. Rehberimiz minübüsle önünden geçtiğimiz yerleri teker teker anlattı. Daha sonra yaklaşık 1 saat 15 dakikada Jerez'deki ilk durağımız olan Tio-Pepe'ye ulaştık. Tio Pepe bir bodega. Bodega, şeri üretimi yapılan yere verilen ad. Şeri ise Jerez civarında yetişen beyaz üzümlerden yapılan güçlendirilmiş bir şarap türü. Şeri'nin İspanyolcası "Jerez" dersem, şerinin ana vatanının Jerez olduğunu anlarsınız sanırım.
Şeri, özel bir üretim prosesi olan "solera sistemi" ile üretiliyor. Bu sistemde, bağ bozumunda toplanan üzümler presleniyor ve fermentasyon işleminden geçirilip fıçılara boşaltılıyor. İşin ilginç kısmı işte burdan sonra başlıyor. Solera sistemi üstüste konulmuş fıçılardan oluşuyor. Şişelere konulmak için hazırlanan şeri en alt kattaki fıçının üçte ikisi boşaltılarak elde ediliyor. En alt kattaki fıçılardaki boşalan yer, bir üstündeki fıçının üçte ikisi alınarak dolduruluyor. Her kattaki fıçıda boşalan yer bir üstteki fıçıdan dolduruluyor ta ki en üstteki fıçılara sıra gelene kadar. En üstteki fıçılar yeni yılın mahsülüyle dolduruluyor. Böylece değişik bir yıllandırma prosedürü izlenmiş oluyor.
Jerez ve civarında gezilebilecek bir çok Bodega var. Bunlardan biri bizim de gezdiğimiz Tio Pepe www.visithuelva.com/activities/ activity.asp?Id=543351. Bir diğeri Sandeman: http://www.sandeman.eu/ visitus/jerez/en. Ve son olarak boğa heykelli reklamlarını Jerez'de sıklıkla göreceğiniz Osborne:
http://www.osborne.es/ en/visitanos/. İnternet sayfalarına girerken 18 yaşından büyük olduğunuzu teyit etmeniz gerekiyor. İnternetten gezmek istediğiniz bodeganın tur saatlerini, ücretlerini ve turun neleri kapsadığını öğrenebilirsiniz.
Tio Pepe turumuza Gustav Eiffel'in tasarladığı La Concha mahseni ile başlıyoruz. Bu mahsen, 1862 yılında Kraliçe Isabel II'nin firmayı ziyareti onuruna yaptırılmış. Mahsenin içindeki fıçıların üzerinde Tio Pepe'nin ihracat yaptığı ülkelerin isimleri var. Tio Pepe firmasının bir diğer adı da Gonzalez Byass. Firma bu adı kurucusundan alıyor. "Tio Pepe" ismini ise Gonzalez'in amcası ve akıl hocası olan Jose Angel de la Pena'dan. Gonzalez, firmayı 23 yaşında kurmuş ve 1844 yılında İngiltere'ye ihracat yapmaya başlamış.
Turumuzun bir başka ilginç durağı ise şeri içen fare köşesi :)) İşçilerden biri bir gün bir tarla faresinin şeri içtiğini fark etmiş ve bu çok hoşuna gitmiş. Yere bir adet bardak ve küçük bir merdiven koyup beklemeye başlamış. Fareler merdiveni tırmanıp şerinin tadını çıkartmışlar. Bu da işçilerin arasında bir ritüele dönüşmüş. Biz de yere konulan bardağı ve küçük merdiveni gördük ama fare görme şansına erişemedik maalesef. You tube'da "wine drinking mouse" diye aratırsanız bir sürü videoyla karşılaşabilirsiniz...
Turumuzu Tio Pepe'nin çeşitli şerilerini tadarak tamamlıyoruz. Çıkışta fabrikanın mağazasına uğrayıp eve de şeri götürmeyi ihmal etmiyoruz tabii ki. Yaklaşık 1 saat 15 dakika süren "Tio Pepe" turumuzdan sonra ikinci durağımıza gitmek üzere tur otobüsümüze doğru ilerliyoruz.
İkinci durağımız, Jerez'deki Endülüs Binicilik Okulu. Bu okulda "Endülüs Atları Nasıl Dans Eder" başlıklı bir gösteri düzenleniyor. Atların gösterisi gerçekten görülmeye değer. Ne yazıkki fotoğraf ve video çekmeye izin vermiyorlar ve bu konuda çok katılar. Ancak gösterinin sonunda atlar ve biniciler selam verirken fotoğraf çekebiliyorsunuz. Bizim gibi turla gitmediyseniz, www.realescuela.org/ ing/home.htm adresinden gösterinin zamanlarını ve ücretini öğrenebilirsiniz.
Bizse üçüncü durağımız olan El Puerto de Santa Maria'ya doğru yola çıkıyoruz...


15 Eylül 2013 Pazar

Seville - Plaza de Espana

1928 yılında inşa edilen Plaza de Espana, Maria Luisa parkının içerisinde yer alıyor. Yapı, Anibal Gonzales tarafından yarım daire şeklinde tasarlanmış. Önünde yine yarım daire şeklinde bir havuz uzanıyor. Turistler bu havuzda kayığa biniyorlar. Plaza de Espana ve içinde bulunduğu Maria Luisa parkının çevresinde faytona binenler de var. Bu görüntü bir film setini andırıyor. Zaten bu mekan birçok filme de ev sahipliği yapmış. 1962 yapımı Lawrence of Arabia bunlardan biri. Ayrıca, Star Wars I ve II'de, Naboo gezegenindeki Theed şehrinin dış mekanı olarak kullanılmış.
Plaza de Espana'nın alt kısmındaki duvarlar İspanyol şehirlerinin isim ve resimleriyle süslü. Ben fotoğraf çektirmek için Alicante'yi seçtim. Şehirler isim sırasına göre birbirini izliyor.
Bu büyük yapı sırf süs olsun diye yapılmış sanmayın. Devletin bazı birimleri Plaza de Espana'nın içinde hizmet veriyor.

7 Eylül 2013 Cumartesi

Sevilla - Alcabaza



Alcabaza, Zalim Pedro döneminde Mağribi zanaatkarlar tarafından inşa edilmiş. Saray, Mağribi kalesinden parçaları içeriyor ve Hristiyan ile Mağribi desenlerini birarada barındırıyor. Alcabaza, 1987 yılında Unesco Dünya Mirası listesine girmiş.
Saray, çeşitli bölümlerden oluşuyor. "Elçiler Salonu"nun tavanındeki işçilik gerçekten görülmeye değer. Alcazar'ın üst katları hala kraliyet ailesinin Sevilla'daki resmi konutu olarak kullanılıyor.
Sarayın bölümlerinden biri olan "Kızlar Avlusu", adını Mağribilerin her yıl İber yarımadasındaki Hristiyan krallara verdikleri 100 bakire efsanesinden alıyormuş.
Alt kattaki ana avlunun merkezinde büyük dikdörtgen bir havuz var. Bu avlu, Ridley Scott'un yönetmenliğini yaptığı "Cennetin Krallığı" filminde kullanılmış.
Üst kat, V.Charles tarafından eklenmiş ve İtalyan rönesansı stilinde tasarlanmış.
"Casa de Contratacion", 1503 yılında katolik monarşisi tarafından "Yeni Dünya" kolonilerinin yönetildiği bina olarak saraya eklenmiş.
Bu binanın içersinde Columbus'un Kral Ferdinand ve Kraliçe Isabel ile ikinci yolcuğu sonrası görüştüğü şapel bulunuyor.
Sarayın bir başka bölümünde, yağmur sularıyla doldurulan "Lady Maria de Padilla Hamamı" var.










Alcabaza'nın kocaman bir bahçesi var. O kadar büyük ki içinde kaybolabilirsiniz.
Bahçenin içersinde çeşitli hayvanlar rahatça dolaşıyor. Uzaktan bir tavuskuşunun fotoğrafını çekmek istedim. Hayvan önce poz verdi, sonra üzerime doğru yaklaşmaya başladı. O kadar yaklaştı ki ben korkup geri çekilmek zorunda kaldım.

19 Mayıs 2013 Pazar

Sevilla'da Boğa Güreşi

İspanya'ya gidip de boğa güreşi izlemeden dönmek olmazdı. Boğa güreşlerini, sürekli haberlerde gösterdiklerinden, hatta çizgi filmlere bile konu ettiklerinden dolayı küçüklüğümden beri merak etmişimdir. Sonunda Sevilla'da bu merakımı giderebildim. Wikitravel'daki Sevilla'da yapılacak şeyler kısımını okuduğumda "boğa güreşi izlemek" hemen dikkatimi çekti ve o an aklıma düştü bu fikir.
Boğa güreşleri açık bir alanda yapıldığından yılın sadece belirli bir dönemi düzenleniyor. Şansımıza biz de bu döneme denk geldik. Mayıs, Temmuz ve Eylül aylarında her pazar saat 19:00'da boğa güreşi izlemek mümkün. Siz gene de gitmeden önce "Plaza de Toros"un internet sayfasından kontrol edin.
Gitmeden önce saati saatine bir plan yapmıştık ama tabiiki planlara uymak her zaman mümkün olmuyor. Boğa güreşine biraz geç kaldık. Telaşla bilet alabileceğimiz bir yer ararken karaborsacılarla karşılaştık. Onların karaborsacı olduğunu fark edemedik tabii önce. Az kalsın onlardan 35 euroluk iki bilet alıyorduk. Sonra bir adam bizi uyardı ve "Plaza de Toros"un içindeki bilet gişesinden 7 euroluk biletlerden aldık. Biletlerin fiyatları yerinize göre değişiyor. Bizimkisi en kötünün bir iyisiydi sanırım :))
Oturma numaralandırması biraz tuhaf olduğundan yerimizi bulmamız biraz zaman aldı. Biz geç kalınca birileri yerimize oturmuş. Onların oturduğu yerin bizim olduğunu anlamamız ve kaldırmamız bile zaman aldı :) Boğa güreşi sadece bizim bildiğimiz gibi kırmızı pelerinli bir adamın boğayı kızdırması değilmiş. Üç bölümden oluşan bir ritüeli var. İlk bölümde matador ve "banderillas" adı verilen yardımcıları bir tarafı pembe, diğer tarafı altın sarısı olan bir pelerinle boğanın davranışlarını, cesaretini ve karakterini tahlil ediyorlar. (Matador kostümleri 17.yy Endülüs kıyafetlerinden esinlenerek tasarlanmış.)
Daha sonra bir atlı çıkıyor ringe. Atın üzerinde "peto" adı verilen, atı boğanın boynuzlarından korumaya yarayan eteğimsi bir giysi var. 1930'lardan önce atların üzerinde bu koruma olmazmış ve bir sürü at bu sebeple telef olmuş. Hatta telef olan at sayısı öldürülen boğa sayısından daha fazla olabiliyormuş. Atın üzerindeki "picador" boğayı yaralıyor. Boğanın yaralandıktan sonra ata karşı olan davranışları matadora boğayla ilgili önemli ipuçları sağlıyormuş.
İkinci bölümde "banderillos" adı verilen matador yardımcıları, boğanın üzerine "banderillas" adı verilen çubukları saplamaya çalışıyorlar. Her ne kadar boğa güreşi izlerken bu bölümleri anlamaya çalışsak da, anlamadığımız yerleri ertesi gün gittiğimiz boğa güreşi müzesinde öğrendik. Daha fazla yaralanan boğa daha da sinirleniyor, öte yandan aldığı yaralardan dolayı da biraz daha zayıf düşüyor.
Son bölümde işte hepimizin aşina olduğu sahne yaşanıyor. Matador, "mulete" adı verilen kırmızı pelerini ve kılıcıyla ringe çıkıyor. Kırmızı rengin boğayı kızdırdığı yanılgısı hepimizde vardır. Halbuki boğalar renk körüymüş. Pelerinlerin kırmızı olmasının asıl sebebi boğanın kanını maskelemekmiş. Matadorun elindeki kılıcı boğanın sırtından doğru tam kalbine saplayıp boğayı tek hamlede öldürmesi gerekiyormuş.
Tabi bunu ancak çok yetenekli matadorlar başarabiliyor. Matador cesaretliyse, boğaya çok yaklaşarak performas sergilediyse ve tek bir kılıç darbesiyle boğayı öldürdüyse, seyirciler beyaz mendil sallamaya başlıyor ve bando matador için çalıyor. Biz izlerken de matadorlardan biri böyle bir performans sergiledi ve herkes mendil salladı. Biz de anlamasak da insanlara uyum sağladık. Eğer boğa çok cesursa o zaman hayatı bağışlanabiliyormuş. Ama 50 yılda sadece iki boğanın hayatı bağışlanmış. Ve kaçınılmaz son. Boğa ringde öldükten sonra atlar gelip boğayı ringten çıkartıyorlar. Atların sadece önlerini görecek şekilde gözleri kapatıldığından aslında neyi taşıdıklarını bilmiyorlar.
Son olarak ringe temizlikçiler giriyor ve ringi bir sonraki boğa güreşi için temizliyorlar. Onların işi bittiğinde ringe bir sonraki boğa giriyor. Her gösteride toplam 6 tane boğa öldürülüyor. Ben boğa güreşi izlemeye herşeyden bi haber gittiğimden en sonunda boğayı öldüreceklerini bilmiyorum ve çok üzüldüm. Tam gösterinin bittiğini düşündüğüm anda bir sonraki boğa ringe çıktı. 5. boğa ringe çıktığında bu vahşete daha fazla dayanamadım. Gösteri bitmeden çıktık. Ben boğaların ringe çıkmadan önce eğitildiklerini düşünürdüm. Halbuki boğa  ringe çıktığında matadorla ilk defa karşı karşıya geliyormuş. Boğa güreşini savunanlar ringe çıkmadan önce boğalara 5 yıl çok iyi bakıldığını söylüyorlar. Ringte öldürülen boğaların etleri de daha sonra satılıyormuş. Yani bir bakıma ziyan olmuyor diyebiliriz...

11 Mayıs 2013 Cumartesi

Sevilla Katedrali

Sevilla Katedrali, Roma'daki San Pietro ve Londra'daki St Paul's katedrallerinden sonra dünyanın üçüncü büyük katedrali. Ama hacim olarak kıyaslandığında dünyanın en büyük katedrali.
Kristof Kolomb'un mezarı Sevilla katedralinin içinde yer alıyor. Küba 1898 yılında İspanya'dan bağımsızlığını kazandığında Kolomb'un kalıtları Havana'dan Sevilla'ya nakledilmiş.
Tavandaki işlemeler o kadar güzel ki tavana bakmak için ayna koymuşlar. Böylece boynunuz ağrımadan tavandaki güzel işlemelere bakabiliyorsunuz.
Katedralde bir de hazine bölümü var. Burada birbirinden güzel ve paha biçilemez mücevherler, taclar, kupalar var.
Büyük cami yerle bir olduktan sonra 1401 yılında yapımına başlanan katedral bir yüzyıl içerisinde tamamlanmış. Yeni yapı, eski caminin temel planı üzerine kurulmuş. Eski caminin abdest musluklarının bulunduğu yerde şimdi katedralin portakal ağaçlı avlusu yer alıyor.
Sevilla'nın en önemli nirengi noktalarından biri olan katedralin ünlü çan kulesi Giralda 1184 yılından kalma ve aslında eski caminin minaresi. Kulenin içinde hafif eğimli 35 adet rampa var. Bu rampa, atların çıkması için tasarlanmış. Bu rampaları çıkıp, 70 metre yüksekliğindeki gözlem platformuna ulaştığınızda, ödül olarak sizi harika bir şehir manzarası karşılayacak.

28 Nisan 2013 Pazar

Elhamra - Generalife

Elhamra surlarının doğu ucundaki Generalife, zakkumlarn ve güllerin açtığı, narin çeşmelerin ve şelalelerin, biçimli servilerin arasından suların fışkırdığı, teraslı güzel bahçelerle çevrili gösterişsiz bir yazlık saray. Burası, ulusal anıt ilan edildiği 1870 yılına kadar yüzyıllarca bakımsız kalmış.
Havanın güzel olduğu bir mayıs günü bu muhteşem bahçeleri gezmek gerçekten de çok keyifli. Gezmeden önce Elhamra ile ilgili okuduğum yazılarda sarayın içindeki en güzel yerin Nasrid sarayları olduğu yazıyordu. Ama ben en çok güzel bahçelerin olduğu Generalife'ı sevdim. Kafamdaki cennet tanımına tam anlamıyla uyan bir yer.
Generalife'tan gördüğümüz Nasrid saraylarının manzarası da gerçekten çok güzeldi.
Bu güzel bahçeleri ben daha fazla anlatmayayım. Bırakayım da fotoğraflar kendileri anlatsınlar...
Elhamra'ya ve Granada'ya Generalife ile veda ediyoruz. Ertesi gün trenle bir sonraki durağımız olan Sevilla'ya doğru yola çıkıyoruz...