23 Şubat 2025 Pazar

Cotswolds & Oxford

 

Artık her büyük şehre gittiğimizde oradan günübirlik rehberli turlara katılmak rutinimiz oldu. Bu şekilde rehberli turlar hoşuma gidiyor çünkü rehber genelde yerel oluyor ve orası ile ilgili daha çok bilgi ediniyorsunuz. Yurtdışı tatilinizin istediğiniz kısmını rehberli, istediğiniz kısmını kendi başınıza planlamış oluyorsunuz. Üstelik yerel tur almak daha ucuza geliyor. 

Londra'da 4.günümüzde günübirlik Cotswolds & Oxford turuna katıldık. Turu yine internetten önceden satın aldık çünkü gittiğinizde alırsanız, istediğiniz tarihe yer bulamama ihtimaliniz var. Cotswolds Orta Güney Batı İngiltere'de, Thames Nehri'nin yukarısındaki çayırlardan Severn Vadisi ve Evesham Vadisi'nin üzerindeki bir kayalığa kadar yükselen bir dizi inişli çıkışlı tepeler boyunca uzanan bir bölge. Sabah ilk durağımız, köyün ortasından geçen geçen güzel Windrush Nehri sayesinde Cotswolds'un Venedik'i olarak bilinen Bourton-On-The-Water.
Bileğinize kadar suya gömülebileceğiniz bu su birikintisinin üzerinde beş adet taş köprü mevcut. Çocukların, taş köprünün bir ucundan oyuncak kayıklarını suya atıp, diğer ucundan yakalamaya çalışırken çok keyif aldıkları, küçük tatlı yerel dükkanlarıyla çok şirin bir köy. Öğle yemeğinde yerel tatların tadına bakabilirsiniz. Evler ve bahçeler tek kelimeyle muhteşem. 
Roma Olimpiyat oyunlarını yasakladıktan sonra ilk modern olimpiyatlar Cotswold bölgesindeki Chipping Campden yakınlarında düzenlenmiş. İkinci durağımız, İngiltere'nin en sevilen köylerinden biri olan ve Cotswolds'a açılan kapı olarak bilinen Burford. Ama ne yazık ki bu köyde durma fırsatımız olmadı, ana caddeden binaların mimarisine hayran kalarak arabanın içinde rehberimizin hikayelerini dinliyoruz. 
Dünyanın en ünlü üniversite şehrinin tadını çıkarmak için 2,5 saatimiz var. Şehrin içine dağılmış, Oxford Üniversitesi'ni oluşturan 36 adet kolej var. Trinity ve Exeter gibi isimleri tanıdık gelen bu kolejlerin mimarileri gerçekten çok çarpıcı. Her gün farklı bir kolejin avlusu ziyarete açık oluyor. Hepsi zaten birbirine benziyor. Açık olan birine dalıp küçük bir tur atmanız sizi ortamın atmosferine hemen sokuveriyor. Oxford diye internette arama yaptığınızda önünüze gelen ilk görsel büyük ihtimalle Christ Church'e ait olur. Fakat ne yazık ki burayı gezmek için yeterli vaktimiz yok. 
Rehber baştan uyarıyor, burayı gezmek istiyorsanız, önceden internetten bilet alın ve yürüyüş turuna katılmayıp direk Christ Church'e gidin çünkü sadece orayı gezmek yaklaşık bir saat sürüyor. Biz rehberimizin eşliğinde kısa bir yürüyüş turuna çıkıyoruz. Bu yürüyüş rotası şehrin zengin tarihi hakkında bilgi edinmemize ve Sheldonian Tiyatrosu, İç Çekme Köprüsü, Bodleian Kütüphanesi, Radcliffe Kamera, St Mary Kilisesi ve çok sayıda etkileyici üniversite binası dahil olmak üzere en ilgi çekici yerleri görmemize olanak sağlıyor. 
Rehberimiz gezi sonrası vaktimiz kalırsa, History of Science Museum'u gezmemizi öneriyor, biz de öyle yapıyoruz. Ücretsiz ziyaret edilen bu küçük müze, çocuklar için müzenin içinde sergilenen eserleri bulmalarını teşvik eden bir bulmaca sunuyor. Bulmacayı çözerseniz, küçük bir ödül sizi bekliyor. Yürüyüşe devam ederken, gözümüze Venedik'te gördüğümüz köprüleri andıran bir köprü çarpıyor. Aynı kolejin iki ayrı binasını birbirine bağlayan bu köprünün adı Hertford Bridge (İç Çekme Köprüsü). 
Oxford'un ayrıca birçok ünlü kurgusal bağlantısı var. Dışarıdan gördüğümüz Bodleian Kütüphanesi'nin bir parçası olan, Divinity School'un gotik tonozlu tavanı Harry Potter ve Felsefe Taşı'nda Hogwarts Reviri olarak kullanılmış. 
Harry'nin bir kitabı çalmak niyetiyle görünmezlik pelerininin altına saklanarak Hogwarts kütüphanesine girdiği sahne ise, Bodleian Kütüphaneleri'nin bir parçası olan Duke Humfrey Kütüphanesi'nde çekilmiş. Burayı da dışarıdan görmekle yetindik. Bir sonraki durağımız Radcliffe Kamera. 
Ünlü bir doktor olan John Radcliffe, 1714'teki ölümünden iki yıl önce Oxford'da bir kütüphane inşa etmeyi planlıyormuş. Çocuksuz ölen Radcliffe, mirasıyla hayali olan kütüphanenin inşa edilmesini istemiş ve öldükten sonra Oxford yönetimi onun mirasıyla hayalini gerçeğe dönüştürmüş. 
Oxford, çok fazla ünlü yazar çıkarmış. Alice Harikalar Diyarında'nın yazarı Lewis Carroll, Yüzüklerin Efendisi'nin yaratıcısı Tolkien ve Narnia Günlüklerinin yazarı CS Lewis bunlardan bazıları. Sokaklar arasında gezerken, rehberimiz bir kapının önünde duruyor. Burdaki kapının yanındaki ve üzerindeki süslemeler bizi Narnia Günlüklerine götürüyor. Bu bir tesadüf değil, rehberimiz bize yazarın bazı karakterleri oluştururken bu kapıdan esinlendiğini söylüyor. Son olarak çeşit çeşit dükkanların ve yeme içme mekanlarının olduğu Kapalı Pazar'ı da gezdikten sonra, rehber kısa bir serbest zaman veriyor. 
Yaşayan bir açık hava müzesi gibi olan Oxford sokaklarının yaya bir şekilde tadını çıkardıktan sonra, otobüsün bizi bıraktığı, girişi ücretsiz olan, sanat ve arkeoloji müzesi, Ashmolean Müzesi'nin önünde buluşuyoruz. Saat 16:00'da Oxford'dan ayrılıyoruz ve Londra'daki Gloucester Road İstasyonundaki başlangıç ​​noktamıza geri dönüyoruz. Unutmadan söyleyeyim biz turu Day Tours London üzerinden ayarladık ve memnun kaldık. Get Your Guide sitesinden de farklı tur şirketleri hakkında fikir sahibi olup rezervasyon yaptırabilirsiniz. Get Your Guide daha çok Booking.com gibi çalışıyor. İyi gezmeler...

2 Şubat 2025 Pazar

Londra 3.Gün: Buckhingam Palace, National Gallery ve National Portrait Gallery

 

Daha önce Londra'ya geldiğimizde Buckhingham Palace'sı dışardan görmekle yetinmiştik çünkü saray sadece Temmuz-Eylül ayları arasında ziyaretçi kabul ediyor. Londra'ya yolumuz yeniden düşünce bu sefer önceden internetten bilet alarak içini de gezmeye karar verdik. Biletler yine belirli bir giriş saatine göre satılıyor. Girişte size dağıtılan Audio Guide'larla sessiz bir şekilde sarayı geziyorsunuz.  

Bana kalırsa bir kaç ay önce gezdiğimiz kraliyetin İskoçya'daki sarayına çok benziyordu tarz açısından. İçeride fotoğraf çektirmek yine yasak. Biz de ancak bahçe kısmından bir fotoğraf çekiyoruz. Yandaki fotoğraf da sarayın Mall'dan bir görüntüsü. Kaldığımız yer saraya yakın olduğundan sabah, Londra'nın meşhur parklarının arasından yürüyerek saraya ulaştık. 

Sarayın çıkış kapısı da sizi arka taraflarda bir yerlere çıkartıyor. Yine parkların arasından yürüyerek ön tarafa ulaştık. Öğle yemeğini St.James parkında yedik. Buradaki küçük büfelerde sandviç ve küçük şişelerde şarap satılıyor. Arda'ya sorarsanız bu öğle yemeği Londra gezimizin en güzel vaktiydi çünkü koşturmacasız, sakin, bir yerlere yetişme telaşı olmadan oturup, yediğimiz lezzetli sandviçin tadını çıkardık. Ve günümüzün ikinci yarısını Londra'nın ünlü resim galerilerine ayırdık. Daha önce geldiğimizde National Gallery'yi hızlı bir şekilde gezmiştik (bkz. https://two-turtles-ontheway.blogspot.com/2018/05/londra-son-gun-natural-history-museum.html). Bu sefer amaç daha sakin bir şekilde gezmekti. O zaman müzenin kapanış saati geldiğinden Van Gogh'un ay çiçeklerinden birini görememiştik. Şansımıza yine göremedik çünkü müze, birkaç ay sonra MoMA'dan ve Hollanda'dan getirecekleri tablolarla bir Van Gogh sergisine hazırlanıyordu. İşte National Gallery'de ilgimi çeken ve daha önce bahsetmediğim tabloların bazılarının hikayeleri...




Caravaggio, Celil Sadık'ın kitaplarını okuduktan sonra ilgimi çekmeye başlayan bir ressam oldu. Genellikle mitoloji ve dini konuları işleyen resimleri, sıklıkla resmedilen bu konulara farklı bir bakış açısıyla yaklaşıyor. 17. yüzyılın başında, İtalya'da Avrupa'daki resim sanatının geleceğini etkileyecek stillerden birini ortaya çıkaran Caravaggio, güçlü bir natüralist. Resimlerinde barok dönemin özellikleri oldukça göze çarpıcı. Kompozisyonları dinamik, aydınlatmaları dramatik ve yoğun duygu ifadesi taşıyan bu resimler, Roma, Floransa, Bologna, Napoli ve Cenova'daki zengin patronların saraylarını süslemek için sipariş ediliyordu. Yandaki eserin adı "Salome, Vaftizci Yahya'nın Başını Alırken". Kral Herodes, kardeşinin karısı ile evlenir, Vaftizci Yahya ise bunun yanlış olduğunu söyler. Fakat kral, vaftizci Yahya'dan kutsal biri olduğu için çekinmektedir. Kral bir gece bir davet verir ve burada kardeşinin karısından olan kızı Salome herkesin ilgisini çeken bir dans sergiler. Babası bunun üzerine kızına, dile benden ne dilersen der. Salome da annesinin gazına gelip annesiyle babasının evliliğine karşı çıkan Vaftizci Yahya'nın kellesini ister. Kral bütün davetlilerin gözü önünde verdiği sözü tutmak zorunda kalır. Biz de bu eserde, Vaftizci Yahya'nın başının tepsi içinde Salome'a verildiği etkileyici anı görüyoruz. 
19. yüzyılın ilk yarısında Avrupa resmine, sanat okullarının akademik öğretileri hakimdi. İnsan vücudunu çizmek bu kurumlardaki müfredatın merkezindeydi. Öğrenciler eğitimlerine heykellerin alçı kalıplarını kopyalayarak başlıyor ve ardından canlı çizim derslerine geçiyorlardı. Bu eğitimin amacı, tarihi, mitolojik ve dini konuların büyük ölçekli kompozisyonlarını gerçekleştirebilen ressamlar yetiştirmekti. Bu tür resimler, Paris'teki Salon gibi resmi sergilerde gösterildiğinde halkın dikkatini çekiyordu.
1860'larda Edouard Manet, Paris'teki sergi ziyaretçilerini, cesurca ve sade renkler kullanarak çizdiği, modern yaşamın yılmaz sahneleriyle şaşırttı. Radikal tarzı birçok sanatçı üzerinde derin bir etki bıraktı. Sonraki yıllarda Claude Monet, Pierre-Auguste Renoir, Berthe Morisot, Alfred Sisley ve Paris'teki diğer genç ressamlar, çağdaş yaşamın gayriresmî yönlerine Manet'den bile daha güçlü bir ilgi göstereceklerdi. Genellikle Seine Nehri boyunca açık havada çalışan bu sanatçılar, ışığın geçici etkilerini yakalamak için titrek fırça darbeleri ve parlak renklerle deneyler yaptılar. Kolayca taşınabilen tüplerdeki yağlı boya gibi teknik ilerlemelerden yararlandılar. Resmî sanat dünyası tarafından defalarca küçümsenen bu ressamlar, sanatlarını ilerletmek için gayriresmî olarak bir araya geldiler. 1874'te, yalnızca 'izlenimci' olarak reddedilen eserlerinin bir sergisini düzenlediler. Bununla birlikte, yedi Empresyonist sergi daha düzenlendi, sonuncusu 1886'da gerçekleşti. Camille Pissarro, grubun sekiz serginin hepsine katılan tek üyesiydi. 
Monet, 1860'lardan beri tanıdığı Cézanne'a büyük hayranlık duyuyordu. Günün belirli saatlerinde çekilen ve belirli atmosfer koşullarını kaydeden belirli konuların resim serilerinde ışığı ve rengi araştırdı. Normandiya'daki Giverny'de Monet, formların dağılma noktasına kadar çözüldüğü neredeyse soyut resimler çizdi. 

1880'lerde İzlenimci sanatçılardan bazıları başarıya ulaşmaya başlamıştı. İlk grubun bütünlüğü azalmıştı ve yeni resim yapma yollarını keşfediyorlardı. Camille Pissarro, 1885'te tanıştığı Georges Seurat tarafından icat edilen yeni tarzda çalışmaya başladı. Pissarro'nun yeni sanata karşı açık fikirli tutumu, Paul Gauguin de dahil olmak üzere daha genç sanatçıların hayranlığını kazandı. 1888 sonbaharında Gauguin, Provence'taki Arles'da Vincent van Gogh ile yaşadı ve çalıştı. Hollanda'da doğan Van Gogh, sanatçı olmadan önce sanat simsarı ve vaiz olarak çalışmıştı. Dokulu yüzeyleri ve güçlü renkleriyle resimleri yoğun duygularla yüklü. Yandaki resim de Van Gogh'un herkesin bildiği klasik olmayan resimlerinden biri ama her zamanki gibi renklerin canlılığı ve uyumu insanı resmin içine çekiyor.
Son olarak Ferdinand Hodler'in (1853-1918) Bluemlisalp masifi ile Kien Vadisi (1902) eserini buraya koymak istedim. Bilmiyorum neden ama bu tablo bana çok etkileyici geldi. Modernizmin kilit isimlerinden biri olan İsviçreli sanatçı Ferdinand Hodler, 1902 yazını dağ manzaraları resmederek geçirmiş. "Manzaranın bir karakteri olmalı," diye yazmış, "bir tutku veya duyguyu ifade etmeli". Bu resim - ısrarcı dikeyliği, belirgin renk alanları ve süsleyici, dekoratif bulutlarıyla - zamansızlık ve meditatif durgunluk duygusunu aktarıyor.


Bir sonraki durağımız National Portrait Gallery. Hem National Gallery hem de National Portrait Gallery girişi ücretsiz. Dilerseniz belirli bir saat dilimine ücretsiz giriş biletinizi internetten de alabiliyorsunuz fakat bu müzeler çok kalabalık olmadığından girişteki görevliler saate falan dikkat etmiyor. 
Günümüzde insanların aile portrelerine sahip olması normalken, bu aile portreleri fotoğrafçılığın icadından önce oldukça nadirdi. Bu müzedeki portrelerin çoğu kamusal yaşamda iz bırakan kişilere ait. Bazıları İngiltere'de çizilmiş en eski aile grubu portreleri, Tudor hanedanı gibi. Bu aile, 1485 ile 1603 yılları arasında İngiltere, Galler ve İrlanda'yı yönetti. Tudorlar, Gül Savaşları olarak bilinen kanlı iç savaşlara son verdi.
16. yüzyılın ortalarına gelindiğinde, İngiltere birçok nüfuzlu eşi kraliçe olarak taçlandırmıştı; bu kraliçelerin statüleri kralla olan evliliklerinden geliyordu ancak hiçbiri kendi başına hüküm süren bir kraliçe değildi.

1553'te I.Mary'nin İngiltere'nin ilk hükümdar kraliçesi olarak tahta çıkması, ülkeyi, bazılarının kadın yönetiminin 'doğaya aykırı' olduğunu savunduğu bir toplumda bir kadının nasıl iktidar sahibi olabileceği sorusuyla yüzleşmeye zorladı. 
Portre minyatürleri I.Elizabeth'in sarayında popülerdi ve birçok farklı şekilde kullanılmaya başlandı. Siyasi iyilik göstermek için hediye olarak veya kendini tanıtmaya yardımcı olarak kullanılabilirlerdi. Minyatürlerin amacına hizmet ettiği en belirgin yer saray aşk kültürüydü. 
1603 yılında ölen I.Elizabeth'in çocuğu olmadığı için taç, Tudor hanedanından Stuart hanedanlığına geçti. 
1714 yılında ise Kraliçe Anne çocuksuz bir şekilde ölünce ise taç, en yakın akrabası Alman kökenli Hanover hanedanlığına geçti.
Hanover hanedanının geleceği, Mayıs 1819'da Kent Dükü ve Düşesi'nin bir kızının doğmasıyla güvence altına alındı. Prenses Victoria, dul annesi Kent Düşesi tarafından Kensington Sarayı'nda büyütüldü. IV. William'ın 1837'deki ölümünden sonra Victoria tahta çıktı. 70 yıldan uzun bir süre sonra ilk kez genç bir hükümdar taç giydi ve gelecek parlak görünüyordu. Kraliçe Victoria 60 yıldan fazla hüküm sürdü.

Müzede sadece kraliyet ailesinin değil, İngiltere tarihindeki 
Shakespeare gibi önemli kişilerin de portreleri mevcut. Bu kişilerin içinde Brontë kız kardeşler de yer alıyor. Brontë kız kardeşlerin müzede sergilenen bu tamamlanmamış portresi, 1914 yılında Charlotte Brontë'nin dul eşinin ikinci eşi tarafından keşfedilmiş. Emily'nin resmiyle birlikte katlanmış ve İrlanda'daki bir çiftlik evindeki bir dolabın üstüne bırakılmış.
Galeri bu portreyi satın aldıktan sonra, yağlı boyanın zamanla şeffaflaştığı yerden hayaletimsi bir erkek figürü ortaya çıkmış. Bu, kız kardeşlerin sanatçı olmayı öğrenen 17 yaşındaki kardeşi Branwell'in otoportresi. Bilinmeyen nedenlerle, portresinin üzerine bir sütun çizmiş.
Galeri, onu restore etmeme, kat izlerini ve boya kayıplarını dikkate değer tarihinin kanıtı olarak tutma yönünde alışılmadık bir karar almış.

İşte Londra'da müzelerle dolu uzun bir üçüncü günün sonu...