25 Mayıs 2025 Pazar

Londra: Son Gün

 

Londra'nın her yerinde The Real Greek adında bir restoran zinciri var. Glasgow'da denediğimiz Yunan restoranını çok beğendiğimiz için Oxford dönüşü akşam yemeğini bu Yunan restoranlarından birinde yemeğe karar verdik. The Real Greek, İngilizlerin beş çayı geleneğini meze geleneği ile birleştirmiş ve ortaya yandaki gibi bir fotoğraf çıkmış. Menüde istediğiniz mezelerden bir seçki seçiyorsunuz ve size beş çayı gibi bir sunumla geliyor. Hepsi de bizim damak tadımıza çok uygun ve çok lezzetliydi. 

Veee bu gezinin en heyecanla beklediğim kısmı: Frameless. Instagram'da gördüğüm ve mutlaka görmeliyim dediğim bir deneyim. Tabloları teknolojinin de yardımıyla adeta gerçeğe dönüştürüyor. Her zamanki gibi biletlerimizi önceden belirli saat dilimde giriş yapacak şekilde internetten alıyoruz. Ben ilk açılış saatindeki biletlerden almayı tercih ettim çünkü yorumlarda çok kalabalık olduğu etrafta çoluk çocuk koşturduğu için bu deneyimden hiçbir şey anlamadığını yazanlar vardı. İyi bir seçim yaptığımı da deneyimleyince anladım. İlk giriş saati 10'du ve biz erken kalktığımız için çok önceden frameless'ın olduğu yere varmıştık. Neyse ki galerinin konumu Hyde Park'a çok yakın da Londra'nın bu meşhur parkında biraz vakit geçirmenin keyfini çıkardık açılış saatine kadar. Frameless'ta 4 farklı galeri mevcut. Ben daha önceden araştırarak gittiğimden önce ilk sevdiğimden başlamayı tercih ettim. Bir empresyonist hayranı olarak ilk görmek istediğim galeri "The World Around Us"tı ama ilk girdiğimiz için henüz bu oda açılmamıştı. Biz de ikinci en sevdiğim galeriye gittik: "Colour in Motion". Bu galeride resimler yavaş yavaş, ressamın fırçalarından çıkan boya damlaları gibi oluşuyor. Galeriye girdiğimizde bizi Vincent van Gogh'un Otoportresi karşılıyor. Eserler yavaş yavaş gözlerinizin önünde oluşurken, arka planda da çok hoş bir müzik çalıyor. 
Bu odada çalan müzikler Nick Powell ve Benjamin Grant tarafından bestelenmiş. Çalma listesini spotify'da bulabilirsiniz. Daha sonra gözümüzün önünde Claude Monet'nin Nilüfer Göleti, Yeşil Uyum eseri beliriyor. Renkler tabloları oluştururken yerde yansıyan görüntülerle interaktif olarak oynayabiliyorsunuz. Koşarak, farklı renklerdeki noktaları resme doğru fırlatabiliyorsunuz. Bu Arda'nın da çok hoşuna gitti ve bu odada baya renklerle ve tablolarla oynadı. Daha sonra yine Vincent Van Gogh'un Rhone Nehri Üzerinde Yıldızlı Gece eseri ve Jatte Georges Seurat'ın La Grande'de bir Pazar eseri oluştu. Bu odada toplam 7 eserin oluşumunu görebilirsiniz. 18 dakika sonunda yeniden başladığımız resme geri dönüp bu odadan çıkıyoruz.

Vee merakla beklediğim oda: The World Around Us. Bu galerinin çalma listesini yine Spotify'da bulabilirsiniz. Bu odada resimler teknolojinin de yardımıyla adeta canlanıyor ve kendinizi manzaranın bir parçası gibi hissediyorsunuz. Bu odada bizi ilk karşılayan eser Rembrandt van Rijn'in Celile Denizi'ndeki Fırtınada İsa adlı eseri. Bu eserle birlikte siz de kendinizi bir fırtınanın ortasında hissediyorsunuz. Bundan sonraki eser, Claude Monet'in Jeufosse Yakınlarında Seine Nehri Üzerinde Tekne tablosu. 
Benim bu odada en favori eserim ise, John Atkinson Grimshaw'ın Reflections on the Thames, Westminster tablosu. Arka planda çalan keman sesi, canlandırılmış resimdeki kemancıdan geliyormuş gibi. Oldukça gerçekçi. Bundan sonraki eser, The Grand Canal Canaletto.
Bir sonraki ünlü eser, Alman ressam Caspar David Friedrich'in The Wanderer above the Sea of Fog tablosu. Dionysos kültünün başlangıç ​​ritüelleri, Gizemler Villası'ndan bir fresk ve Vezüv Yanardağı Patlaması, Napoli Körfezi'ndeki Adalar Manzarası gibi etkileyici eserler bu tablodan sonra gösteriliyor.
İngiliz ressam Turner'ın Dövüşen Temeraire Parçalanmak Üzere Son İskelesine Doğru Çekildi eseri de bunlardan sonra duvarlarda hatta tavanlarda yerini alıyor. Ve bir Vincent van Gogh eseri daha: Badem Çiçeği. Bu salon, diğer dördü arasında en büyüğü ve bence en etkileyicisi. Sonraki eser, Katsushika Hokusai'dan Fuji Dağı'nın 36 manzarası serisinden Büyük Dalga. Ve bir van Gogh daha: Yıldızlı Gece. Son olarak Rachel Ruysch'tan Çiçekler, Kelebekler ve Hayvanlarla Çevrili Ağaç Gövdesi. Bu odanın toplam kaç dakika sonra başa döndüğünü hatırlamıyorum ama diğer odadan daha uzun süre burada kaldığımıza eminim. Bütün odaları gezmek için yaklaşık 1 buçuk saatinizi Frameless'a ayırmanız gerekiyor. Daha uzun da kalabilirsiniz tabii ki. Sıkıldım derseniz ki internette bu şekilde yorum da çok vardı, bütün eserleri görmeden odalara girip çıkabilirsiniz. Gezdiğimiz üçüncü galeri: Beyond Reality. Burası da bir önceki oda kadar olmasa da  büyük. Kolonların üzerinde, parça parça yer döşemeleri ve tavan aynalarla kaplı. Bu da sizi farklı bir deneyimin içine sokuyor. Burada Bosch'un iki eseri ve benim çok sevdiğim ve çok yaratıcı bulduğum Arcimboldo'nun dört eseri yer alıyor. Bu iki sanatçının haricinde, Klimt, Munch ve Henri Rousseau'nun eserlerini deneyimleyebilirsiniz. Son olarak Dali'nin iki eseri ve Max Ernst'in bir eseri yer alıyor. Bu odada resimler yaklaşık yirmi dakikada başa dönüyor. 
Son olarak, en az vakit geçirdiğimiz galeri: The Art Of Abstraction. Sona bırakmamdan ve çok az vakit geçirmemizden bu odanın en az sevdiğim olduğunu anlamışsınızdır. Zaten vaktimiz de az çünkü bundan sonraki durağımız Shakespeare's Globe ve buraya da internetten saatli rehberli tur satın aldığımızdan yetişmemiz gerekiyor. 

Londra, eskiyle yeninin harmonisini mükemmel bir şekilde yakalamış bir şehir bence. Hyde Park'ta bindiğimiz metrodan Bank Station'da iniyoruz ve Thames nehrinin karşı tarafında kalan Shakespeare's Globe'a doğru yürüyoruz. 
Rehberimizden tiyatronun ilk olarak bu lokasyonda olmadığını öğreniyoruz. 1613'te çıkan yangından sonra aynı yere ikinci bir Globe Tiyatrosu inşa edilmiş ve bu yapı 1642'de kapanana kadar açık kalmış. Şuan gördüğümüz yapı ise 1997 yılında II. Elizabeth tarafından inşa ettirilmiş. Orjinaline uygun olarak inşa edilen bu tiyatroya Shakespeare's Globe ismi verilmiş. Globe Tiyatrosu'nda Shakespeare'in yanı sıra başka yazarların da oyunları oynanmış. 
Shakespeare, yazdığı oyunlarda oyuncu olarak da yer alırmış. Globe'un çatısı orijinaline sadık kalınarak inşa edilmiş. Ama bu malzeme çok yanıcı olduğundan modern söndürme önlemleriyle donatılmış. Bu açık hava tiyatrosunda hala oyunlar sergileniyor. Siz de internetten bu oyunlardan birine bilet alıp izleyebilirsiniz. 
Sıradaki durağımız Tate Modern, bir önceki Londra ziyaretimizde yer almayıp burayı da görmek lazım dediğim yerlerden biri. Londra'daki birçok müze gibi burası da ücretsiz. Fakat içeri girdikten sonra ücretli olarak ziyaret edilen sergiler de mevcut. Yandaki eserin adı 14 Yaşındaki Küçük Dansçı. Balerin resimleri deyince ilk akla gelen isim tabii ki Degas. Bu heykel de onun bir eseri. Daha doğrusu onun bal mumundan yaptığı eserinin bronz kopyalarından biri. Bu heykelin hikayesini zamanında TRT'de yayınlanmış bir BBC belgeseli olan Tuvaldeki Başyapıt'ın bölümlerinden birinde izleyebilirsiniz. Daily Motion'da linkini buraya bırakayım. Bu heykel için Degas'a Marie van Goethem modellik yapmış. Bu küçük kızın hikayesi de okumaya değer. Ne yazık ki 1880'lerde balerin kızların zengin ve yaşlı erkeklerle farklı ilişkiler yaşamaları normal kabul ediliyormuş. Üç kız kardeşin ortancası olan Marie, 17 yaşında baleyi bırakmak zorunda kalmış. Ablası ve kendisi benzer kötü kaderi yaşarken, küçük kız kardeşleri baleye devam etmiş ve saygın bir bale profesörü olmuş. Orijinal heykelin üzerinde gerçek bir tütü, bale pabuçları varmış, saçları ise at kılından yapılmış. Bu orijinal bal mumu eser, 1999'da Fransız bir iş adamına satılmış. Heykelin özelliği, resimleriyle tanıdığımız Degas'ın hayatında sergilediği tek heykel olması. Degas, heykelinin bronz kopyalarının yapılmasına izin vermese de, 1917'de öldükten sonra mirasçıları buna izin vermiş. Yaklaşık 28 adet bronz kopya, içinde Tate Modern'in de olduğu farklı müzelerde sergileniyormuş.
Tate Modern'de yer alan başka bir ünlü eserin kopyası ise "Çeşme". Müzede gördüğümüz bu eser, gerçeğinin 1964 yılında yapılmış kopyası çünkü orijinal eser kaybolmuş. Bu esere baktığınızda ne görüyorsunuz? Çok kasmayın bence, direk pisuvar. Zaten eserin sahibi Marcel Duchamp, bir barın tuvaletinden kullanılmış bir pisuvarı sökmüş, yan çevirip üzerine imzasını atarak sergilenmesi için bir sergiye göndermiş. Bir önceki cümleyi düzelteyim, R.Mutt olarak imzalamış ve kendisinin olduğunu gizlemiş. Peki sanatçı burada ne anlatmak istemiş? Her sorudan sonra içimden gülüyorum. 10 Nisan 1917'de New York'ta, Paris'teki Salon'a inat, herkese açık, jüri ve ödülün olmadığı, sadece 6 dolarlık giriş ücreti veren herkesin eserini sergileyebileceği bir sergi açılır. Duchamp da sergileme komitesi başkanıdır. Komite üyeleri, onu Duchamp'ın gönderdiğinden habersiz, Çeşme'nin sanat olmadığı sonucuna varır ve "Çeşme" sergi sırasında gözlerden gizlenir. Olay, serginin aslında herkese açık olmadığını ortaya koyar. Komite, "Çeşme, yerinde çok kullanışlı bir nesne olabilir, ancak yeri bir sanat sergisi değildir ve hiçbir şekilde bir sanat eseri değildir" diye açıklama yapar ve bunun üzerine Duchamp komite başkanlığından istifa eder. Sorumun cevabına gelirsek, Duchamp, bir nesneyi 'sanat' yapan şey hakkındaki fikirlere meydan okumak istedi. Sanatın görsel olarak çekici olması veya sanatçı tarafından yapılmış olması gerekmediğini söyledi. Bu fikre ne kadar katılırsınız bilmem ama içinde bulunduğumuz zamanda, Çeşme, yani Duchamp'ın 'hazır' heykeli, yirminci yüzyılın en etkili sanat eserlerinden biri sayılıyor. Eser kaybolduktan sonra sanatçının onay verdiği 16 replikası yapılmış. Tate Modern'de sergilenen de bu 16 replikadan biri. 
Müzeden çıktıktan sonra modern sanatı sevmediğim gerçeğini bir kez daha doğruladığımı fark ettim. Bunun üzerine oğlum haklı olarak "E neden gezdik o zaman biz bu müzeyi?" diye sordu. "Bir şeyi sevmediğini belirtmeden önce o şeyi tanıman gerekir" diye cevap verdim ama tabii siz bana bu konuda katılmayabilirsiniz.
Bu yoğun günün ardından son durağımız, Covent Garden. Akşam yemeğini buranın içindeki Tapas Stories'te yedik, oldukça güzeldi. Covent Garden'ın önünde günün neredeyse her saati bir sokak performansı sergileniyor. Yemekten sonra bu eğlenceli performanslardan birini izleyip, gösteri sonunda bahşişimizi vermeyi unutmadık.
Böylece ikinci Londra seyahatimizin sonuna geliyoruz. Ama dönüş yolculuğumuz ne yazık ki biraz zor oldu. Ajet mağduru olmamak için THY'den İstanbul aktarmalı bilet aldık. Fakat gelen uçakta enfeksiyonlu bir hasta olduğundan uçağı steril etmeleri gerektiklerini söyleyerek bizi saatlerce beklettiler. Sonra da uçuşumuzu iptal edip bizi bir sonraki uçuşa aldılar, tabii bütün bir uçağı bir sonraki uçağa almak çok uzun sürdüğünden o uçuş da mecburen rötar yaptı. Uçağa bindik, en azından havadayız derken birden uçağın içindeki ışıklar açıldı, doktor var mı diye anons geçildi. Hostesler maskelerini taktı, doktor elinde eldiven hastayı muayeneye gitti. Eyvah bizi karantinaya falan alacaklar herhalde derken İstanbul'a indik sağsalim. İstanbul-Ankara uçağına bindik. Tam kalkacağız, uçaktaki yolculardan biri vazgeçtim ben uçmaktan dedi. Hostesler anons yaptı, uçaktaki bütün el bagajlarını içerideki insanlarla eşleştireceğiz. Prosedüre hemen başladılar, derken uçmaktan vazgeçen yolcu vazgeçmekten vazgeçti. Bu sefer de uçuş sıramızı kaybettiğimizden onu bekledik. Sonuç olarak, ajetle 4 saatte yapacağımız direk uçuş, 10 saati buldu. 













23 Şubat 2025 Pazar

Cotswolds & Oxford

 

Artık her büyük şehre gittiğimizde oradan günübirlik rehberli turlara katılmak rutinimiz oldu. Bu şekilde rehberli turlar hoşuma gidiyor çünkü rehber genelde yerel oluyor ve orası ile ilgili daha çok bilgi ediniyorsunuz. Yurtdışı tatilinizin istediğiniz kısmını rehberli, istediğiniz kısmını kendi başınıza planlamış oluyorsunuz. Üstelik yerel tur almak daha ucuza geliyor. 

Londra'da 4.günümüzde günübirlik Cotswolds & Oxford turuna katıldık. Turu yine internetten önceden satın aldık çünkü gittiğinizde alırsanız, istediğiniz tarihe yer bulamama ihtimaliniz var. Cotswolds Orta Güney Batı İngiltere'de, Thames Nehri'nin yukarısındaki çayırlardan Severn Vadisi ve Evesham Vadisi'nin üzerindeki bir kayalığa kadar yükselen bir dizi inişli çıkışlı tepeler boyunca uzanan bir bölge. Sabah ilk durağımız, köyün ortasından geçen geçen güzel Windrush Nehri sayesinde Cotswolds'un Venedik'i olarak bilinen Bourton-On-The-Water.
Bileğinize kadar suya gömülebileceğiniz bu su birikintisinin üzerinde beş adet taş köprü mevcut. Çocukların, taş köprünün bir ucundan oyuncak kayıklarını suya atıp, diğer ucundan yakalamaya çalışırken çok keyif aldıkları, küçük tatlı yerel dükkanlarıyla çok şirin bir köy. Öğle yemeğinde yerel tatların tadına bakabilirsiniz. Evler ve bahçeler tek kelimeyle muhteşem. 
Roma Olimpiyat oyunlarını yasakladıktan sonra ilk modern olimpiyatlar Cotswold bölgesindeki Chipping Campden yakınlarında düzenlenmiş. İkinci durağımız, İngiltere'nin en sevilen köylerinden biri olan ve Cotswolds'a açılan kapı olarak bilinen Burford. Ama ne yazık ki bu köyde durma fırsatımız olmadı, ana caddeden binaların mimarisine hayran kalarak arabanın içinde rehberimizin hikayelerini dinliyoruz. 
Dünyanın en ünlü üniversite şehrinin tadını çıkarmak için 2,5 saatimiz var. Şehrin içine dağılmış, Oxford Üniversitesi'ni oluşturan 36 adet kolej var. Trinity ve Exeter gibi isimleri tanıdık gelen bu kolejlerin mimarileri gerçekten çok çarpıcı. Her gün farklı bir kolejin avlusu ziyarete açık oluyor. Hepsi zaten birbirine benziyor. Açık olan birine dalıp küçük bir tur atmanız sizi ortamın atmosferine hemen sokuveriyor. Oxford diye internette arama yaptığınızda önünüze gelen ilk görsel büyük ihtimalle Christ Church'e ait olur. Fakat ne yazık ki burayı gezmek için yeterli vaktimiz yok. 
Rehber baştan uyarıyor, burayı gezmek istiyorsanız, önceden internetten bilet alın ve yürüyüş turuna katılmayıp direk Christ Church'e gidin çünkü sadece orayı gezmek yaklaşık bir saat sürüyor. Biz rehberimizin eşliğinde kısa bir yürüyüş turuna çıkıyoruz. Bu yürüyüş rotası şehrin zengin tarihi hakkında bilgi edinmemize ve Sheldonian Tiyatrosu, İç Çekme Köprüsü, Bodleian Kütüphanesi, Radcliffe Kamera, St Mary Kilisesi ve çok sayıda etkileyici üniversite binası dahil olmak üzere en ilgi çekici yerleri görmemize olanak sağlıyor. 
Rehberimiz gezi sonrası vaktimiz kalırsa, History of Science Museum'u gezmemizi öneriyor, biz de öyle yapıyoruz. Ücretsiz ziyaret edilen bu küçük müze, çocuklar için müzenin içinde sergilenen eserleri bulmalarını teşvik eden bir bulmaca sunuyor. Bulmacayı çözerseniz, küçük bir ödül sizi bekliyor. Yürüyüşe devam ederken, gözümüze Venedik'te gördüğümüz köprüleri andıran bir köprü çarpıyor. Aynı kolejin iki ayrı binasını birbirine bağlayan bu köprünün adı Hertford Bridge (İç Çekme Köprüsü). 
Oxford'un ayrıca birçok ünlü kurgusal bağlantısı var. Dışarıdan gördüğümüz Bodleian Kütüphanesi'nin bir parçası olan, Divinity School'un gotik tonozlu tavanı Harry Potter ve Felsefe Taşı'nda Hogwarts Reviri olarak kullanılmış. 
Harry'nin bir kitabı çalmak niyetiyle görünmezlik pelerininin altına saklanarak Hogwarts kütüphanesine girdiği sahne ise, Bodleian Kütüphaneleri'nin bir parçası olan Duke Humfrey Kütüphanesi'nde çekilmiş. Burayı da dışarıdan görmekle yetindik. Bir sonraki durağımız Radcliffe Kamera. 
Ünlü bir doktor olan John Radcliffe, 1714'teki ölümünden iki yıl önce Oxford'da bir kütüphane inşa etmeyi planlıyormuş. Çocuksuz ölen Radcliffe, mirasıyla hayali olan kütüphanenin inşa edilmesini istemiş ve öldükten sonra Oxford yönetimi onun mirasıyla hayalini gerçeğe dönüştürmüş. 
Oxford, çok fazla ünlü yazar çıkarmış. Alice Harikalar Diyarında'nın yazarı Lewis Carroll, Yüzüklerin Efendisi'nin yaratıcısı Tolkien ve Narnia Günlüklerinin yazarı CS Lewis bunlardan bazıları. Sokaklar arasında gezerken, rehberimiz bir kapının önünde duruyor. Burdaki kapının yanındaki ve üzerindeki süslemeler bizi Narnia Günlüklerine götürüyor. Bu bir tesadüf değil, rehberimiz bize yazarın bazı karakterleri oluştururken bu kapıdan esinlendiğini söylüyor. Son olarak çeşit çeşit dükkanların ve yeme içme mekanlarının olduğu Kapalı Pazar'ı da gezdikten sonra, rehber kısa bir serbest zaman veriyor. 
Yaşayan bir açık hava müzesi gibi olan Oxford sokaklarının yaya bir şekilde tadını çıkardıktan sonra, otobüsün bizi bıraktığı, girişi ücretsiz olan, sanat ve arkeoloji müzesi, Ashmolean Müzesi'nin önünde buluşuyoruz. Saat 16:00'da Oxford'dan ayrılıyoruz ve Londra'daki Gloucester Road İstasyonundaki başlangıç ​​noktamıza geri dönüyoruz. Unutmadan söyleyeyim biz turu Day Tours London üzerinden ayarladık ve memnun kaldık. Get Your Guide sitesinden de farklı tur şirketleri hakkında fikir sahibi olup rezervasyon yaptırabilirsiniz. Get Your Guide daha çok Booking.com gibi çalışıyor. İyi gezmeler...

2 Şubat 2025 Pazar

Londra 3.Gün: Buckhingam Palace, National Gallery ve National Portrait Gallery

 

Daha önce Londra'ya geldiğimizde Buckhingham Palace'sı dışardan görmekle yetinmiştik çünkü saray sadece Temmuz-Eylül ayları arasında ziyaretçi kabul ediyor. Londra'ya yolumuz yeniden düşünce bu sefer önceden internetten bilet alarak içini de gezmeye karar verdik. Biletler yine belirli bir giriş saatine göre satılıyor. Girişte size dağıtılan Audio Guide'larla sessiz bir şekilde sarayı geziyorsunuz.  

Bana kalırsa bir kaç ay önce gezdiğimiz kraliyetin İskoçya'daki sarayına çok benziyordu tarz açısından. İçeride fotoğraf çektirmek yine yasak. Biz de ancak bahçe kısmından bir fotoğraf çekiyoruz. Yandaki fotoğraf da sarayın Mall'dan bir görüntüsü. Kaldığımız yer saraya yakın olduğundan sabah, Londra'nın meşhur parklarının arasından yürüyerek saraya ulaştık. 

Sarayın çıkış kapısı da sizi arka taraflarda bir yerlere çıkartıyor. Yine parkların arasından yürüyerek ön tarafa ulaştık. Öğle yemeğini St.James parkında yedik. Buradaki küçük büfelerde sandviç ve küçük şişelerde şarap satılıyor. Arda'ya sorarsanız bu öğle yemeği Londra gezimizin en güzel vaktiydi çünkü koşturmacasız, sakin, bir yerlere yetişme telaşı olmadan oturup, yediğimiz lezzetli sandviçin tadını çıkardık. Ve günümüzün ikinci yarısını Londra'nın ünlü resim galerilerine ayırdık. Daha önce geldiğimizde National Gallery'yi hızlı bir şekilde gezmiştik (bkz. https://two-turtles-ontheway.blogspot.com/2018/05/londra-son-gun-natural-history-museum.html). Bu sefer amaç daha sakin bir şekilde gezmekti. O zaman müzenin kapanış saati geldiğinden Van Gogh'un ay çiçeklerinden birini görememiştik. Şansımıza yine göremedik çünkü müze, birkaç ay sonra MoMA'dan ve Hollanda'dan getirecekleri tablolarla bir Van Gogh sergisine hazırlanıyordu. İşte National Gallery'de ilgimi çeken ve daha önce bahsetmediğim tabloların bazılarının hikayeleri...




Caravaggio, Celil Sadık'ın kitaplarını okuduktan sonra ilgimi çekmeye başlayan bir ressam oldu. Genellikle mitoloji ve dini konuları işleyen resimleri, sıklıkla resmedilen bu konulara farklı bir bakış açısıyla yaklaşıyor. 17. yüzyılın başında, İtalya'da Avrupa'daki resim sanatının geleceğini etkileyecek stillerden birini ortaya çıkaran Caravaggio, güçlü bir natüralist. Resimlerinde barok dönemin özellikleri oldukça göze çarpıcı. Kompozisyonları dinamik, aydınlatmaları dramatik ve yoğun duygu ifadesi taşıyan bu resimler, Roma, Floransa, Bologna, Napoli ve Cenova'daki zengin patronların saraylarını süslemek için sipariş ediliyordu. Yandaki eserin adı "Salome, Vaftizci Yahya'nın Başını Alırken". Kral Herodes, kardeşinin karısı ile evlenir, Vaftizci Yahya ise bunun yanlış olduğunu söyler. Fakat kral, vaftizci Yahya'dan kutsal biri olduğu için çekinmektedir. Kral bir gece bir davet verir ve burada kardeşinin karısından olan kızı Salome herkesin ilgisini çeken bir dans sergiler. Babası bunun üzerine kızına, dile benden ne dilersen der. Salome da annesinin gazına gelip annesiyle babasının evliliğine karşı çıkan Vaftizci Yahya'nın kellesini ister. Kral bütün davetlilerin gözü önünde verdiği sözü tutmak zorunda kalır. Biz de bu eserde, Vaftizci Yahya'nın başının tepsi içinde Salome'a verildiği etkileyici anı görüyoruz. 
19. yüzyılın ilk yarısında Avrupa resmine, sanat okullarının akademik öğretileri hakimdi. İnsan vücudunu çizmek bu kurumlardaki müfredatın merkezindeydi. Öğrenciler eğitimlerine heykellerin alçı kalıplarını kopyalayarak başlıyor ve ardından canlı çizim derslerine geçiyorlardı. Bu eğitimin amacı, tarihi, mitolojik ve dini konuların büyük ölçekli kompozisyonlarını gerçekleştirebilen ressamlar yetiştirmekti. Bu tür resimler, Paris'teki Salon gibi resmi sergilerde gösterildiğinde halkın dikkatini çekiyordu.
1860'larda Edouard Manet, Paris'teki sergi ziyaretçilerini, cesurca ve sade renkler kullanarak çizdiği, modern yaşamın yılmaz sahneleriyle şaşırttı. Radikal tarzı birçok sanatçı üzerinde derin bir etki bıraktı. Sonraki yıllarda Claude Monet, Pierre-Auguste Renoir, Berthe Morisot, Alfred Sisley ve Paris'teki diğer genç ressamlar, çağdaş yaşamın gayriresmî yönlerine Manet'den bile daha güçlü bir ilgi göstereceklerdi. Genellikle Seine Nehri boyunca açık havada çalışan bu sanatçılar, ışığın geçici etkilerini yakalamak için titrek fırça darbeleri ve parlak renklerle deneyler yaptılar. Kolayca taşınabilen tüplerdeki yağlı boya gibi teknik ilerlemelerden yararlandılar. Resmî sanat dünyası tarafından defalarca küçümsenen bu ressamlar, sanatlarını ilerletmek için gayriresmî olarak bir araya geldiler. 1874'te, yalnızca 'izlenimci' olarak reddedilen eserlerinin bir sergisini düzenlediler. Bununla birlikte, yedi Empresyonist sergi daha düzenlendi, sonuncusu 1886'da gerçekleşti. Camille Pissarro, grubun sekiz serginin hepsine katılan tek üyesiydi. 
Monet, 1860'lardan beri tanıdığı Cézanne'a büyük hayranlık duyuyordu. Günün belirli saatlerinde çekilen ve belirli atmosfer koşullarını kaydeden belirli konuların resim serilerinde ışığı ve rengi araştırdı. Normandiya'daki Giverny'de Monet, formların dağılma noktasına kadar çözüldüğü neredeyse soyut resimler çizdi. 

1880'lerde İzlenimci sanatçılardan bazıları başarıya ulaşmaya başlamıştı. İlk grubun bütünlüğü azalmıştı ve yeni resim yapma yollarını keşfediyorlardı. Camille Pissarro, 1885'te tanıştığı Georges Seurat tarafından icat edilen yeni tarzda çalışmaya başladı. Pissarro'nun yeni sanata karşı açık fikirli tutumu, Paul Gauguin de dahil olmak üzere daha genç sanatçıların hayranlığını kazandı. 1888 sonbaharında Gauguin, Provence'taki Arles'da Vincent van Gogh ile yaşadı ve çalıştı. Hollanda'da doğan Van Gogh, sanatçı olmadan önce sanat simsarı ve vaiz olarak çalışmıştı. Dokulu yüzeyleri ve güçlü renkleriyle resimleri yoğun duygularla yüklü. Yandaki resim de Van Gogh'un herkesin bildiği klasik olmayan resimlerinden biri ama her zamanki gibi renklerin canlılığı ve uyumu insanı resmin içine çekiyor.
Son olarak Ferdinand Hodler'in (1853-1918) Bluemlisalp masifi ile Kien Vadisi (1902) eserini buraya koymak istedim. Bilmiyorum neden ama bu tablo bana çok etkileyici geldi. Modernizmin kilit isimlerinden biri olan İsviçreli sanatçı Ferdinand Hodler, 1902 yazını dağ manzaraları resmederek geçirmiş. "Manzaranın bir karakteri olmalı," diye yazmış, "bir tutku veya duyguyu ifade etmeli". Bu resim - ısrarcı dikeyliği, belirgin renk alanları ve süsleyici, dekoratif bulutlarıyla - zamansızlık ve meditatif durgunluk duygusunu aktarıyor.


Bir sonraki durağımız National Portrait Gallery. Hem National Gallery hem de National Portrait Gallery girişi ücretsiz. Dilerseniz belirli bir saat dilimine ücretsiz giriş biletinizi internetten de alabiliyorsunuz fakat bu müzeler çok kalabalık olmadığından girişteki görevliler saate falan dikkat etmiyor. 
Günümüzde insanların aile portrelerine sahip olması normalken, bu aile portreleri fotoğrafçılığın icadından önce oldukça nadirdi. Bu müzedeki portrelerin çoğu kamusal yaşamda iz bırakan kişilere ait. Bazıları İngiltere'de çizilmiş en eski aile grubu portreleri, Tudor hanedanı gibi. Bu aile, 1485 ile 1603 yılları arasında İngiltere, Galler ve İrlanda'yı yönetti. Tudorlar, Gül Savaşları olarak bilinen kanlı iç savaşlara son verdi.
16. yüzyılın ortalarına gelindiğinde, İngiltere birçok nüfuzlu eşi kraliçe olarak taçlandırmıştı; bu kraliçelerin statüleri kralla olan evliliklerinden geliyordu ancak hiçbiri kendi başına hüküm süren bir kraliçe değildi.

1553'te I.Mary'nin İngiltere'nin ilk hükümdar kraliçesi olarak tahta çıkması, ülkeyi, bazılarının kadın yönetiminin 'doğaya aykırı' olduğunu savunduğu bir toplumda bir kadının nasıl iktidar sahibi olabileceği sorusuyla yüzleşmeye zorladı. 
Portre minyatürleri I.Elizabeth'in sarayında popülerdi ve birçok farklı şekilde kullanılmaya başlandı. Siyasi iyilik göstermek için hediye olarak veya kendini tanıtmaya yardımcı olarak kullanılabilirlerdi. Minyatürlerin amacına hizmet ettiği en belirgin yer saray aşk kültürüydü. 
1603 yılında ölen I.Elizabeth'in çocuğu olmadığı için taç, Tudor hanedanından Stuart hanedanlığına geçti. 
1714 yılında ise Kraliçe Anne çocuksuz bir şekilde ölünce ise taç, en yakın akrabası Alman kökenli Hanover hanedanlığına geçti.
Hanover hanedanının geleceği, Mayıs 1819'da Kent Dükü ve Düşesi'nin bir kızının doğmasıyla güvence altına alındı. Prenses Victoria, dul annesi Kent Düşesi tarafından Kensington Sarayı'nda büyütüldü. IV. William'ın 1837'deki ölümünden sonra Victoria tahta çıktı. 70 yıldan uzun bir süre sonra ilk kez genç bir hükümdar taç giydi ve gelecek parlak görünüyordu. Kraliçe Victoria 60 yıldan fazla hüküm sürdü.

Müzede sadece kraliyet ailesinin değil, İngiltere tarihindeki 
Shakespeare gibi önemli kişilerin de portreleri mevcut. Bu kişilerin içinde Brontë kız kardeşler de yer alıyor. Brontë kız kardeşlerin müzede sergilenen bu tamamlanmamış portresi, 1914 yılında Charlotte Brontë'nin dul eşinin ikinci eşi tarafından keşfedilmiş. Emily'nin resmiyle birlikte katlanmış ve İrlanda'daki bir çiftlik evindeki bir dolabın üstüne bırakılmış.
Galeri bu portreyi satın aldıktan sonra, yağlı boyanın zamanla şeffaflaştığı yerden hayaletimsi bir erkek figürü ortaya çıkmış. Bu, kız kardeşlerin sanatçı olmayı öğrenen 17 yaşındaki kardeşi Branwell'in otoportresi. Bilinmeyen nedenlerle, portresinin üzerine bir sütun çizmiş.
Galeri, onu restore etmeme, kat izlerini ve boya kayıplarını dikkate değer tarihinin kanıtı olarak tutma yönünde alışılmadık bir karar almış.

İşte Londra'da müzelerle dolu uzun bir üçüncü günün sonu...

11 Ocak 2025 Cumartesi

Londra 2. Gün: Doğal Tarih Müzesi ve Abba

 

Doğal Tarih Müzesi'ne 2016 yılında gidip bayılmıştık ve buraya mutlaka Arda ile birlikte gelmeliyiz diye düşünmüştük. Çok şanslıyız ki 8 yıl sonra da olsa Arda ile bu müzeyi tekrar gezme şansına sahip olduk. Daha önce yazdığım gibi girişteki daha önce gördüğümüz dinazor 'Dippy'nin yerini 2017'de büyük bir mavi balina olan 'Hope' almış. 

Tavandan aşağıya sarkan bu balina iskeleti de daha önce yerinde olan dinazor iskeleti gibi etkileyici görünüyor. Daha önce geldiğimizde yandaki fotoğrafta görülen Archaeopteryx fosili dikkatimi çekmemişti. Fatih Altaylı'nın Celal Şengör'le yaptığı bir programda gördüm sonra. Doğal Tarih Müzesi'nde sergilendiğini öğrenince kendi gözlerimle de görmek istedim. Müzenin kuşlarla ilgili bölümünde çok da dikkat çekmeyen bir bölüme koymuşlar. Diğer şeylerin arasında gözden kaçması çok normal. Archaeopteryx, kuşlar ve dinozorlar arasındaki kayıp halka olarak ün kazanmış. Bu tür, kuşlara özgü  tüylere sahip olmakla birlikte, dişler, pençeli parmaklar ve uzun, kemikli kuyruk gibi birçok sürüngen özelliğine de sahip. 

Evrimle ilgili bu pano, ilk geldiğimiz zaman da ilgimi çekmişti ama o zaman fotoğrafını çekmeyi unutmuşum. Bu duvarda, antik hominin akrabalarımıza ait kopya kafatasları kullanılarak 7 milyon yıl öncesinden insana uzanan ağacının çeşitliliği sergileniyor. İnsan Evrimi ile ilgili galeride Homo Sapiens'in kökenleri ile ilgili araştırmalar sergileniyor ve yaşayan en yakın akrabalarımız şempanze ve bonobodan ayrıldığından bu yana soyumuzu takip edebiliyorsunuz. 
Bütün günü bu müzede geçirdikten sonra akşam için müthiş planlarımız var: ABBA Voyage! Gerçekten mükemmel bir deneyim. ABBA seviyorsanız mutlaka tavsiye ederim. ABBA, gençliklerinde halleriyle, hologram şeklinde muhteşem bir konser veriyor. Yaklaşık bir buçuk saat süren bu deneyim, gerçek bir ABBA konserinden farksız. Biletleri önceden almanızı tavsiye ederim çünkü konser günü bulamayabilirsiniz. Mayıs 2022'den beri devam eden gösteri haftada bir kaç gün gerçekleşiyor ve Ekim 2025'e kadar devam etmesi bekleniyor. Bu tarihten sonra başka bir gösteri mi koyacaklar, yoksa talebe göre süre mi uzatırlar bilemiyorum. Konser alanının içinde uygun fiyatlı, doyurucu ve lezzetli yeme-içme yerleri de var. Konser sırasında fotoğraf ve video çekmek yasaktı ne yazık ki. Ama merak ettiyseniz, youtube'da "abba voyage" olarak aratabilirsiniz. Konser alanı şehir merkezinin biraz dışında da olsa, toplu taşıma ile ulaşım çok kolay.


22 Aralık 2024 Pazar

Londra, yeniden...

 

Londra'ya 2016'da Arda'yı bir buçuk yaşındayken annemlere bırakıp gelmiştik. Eşimle yaptığımız buruk bir gezi olmuştu bu, çünkü küçük oğlumuzu evde bıraktığımız için onun yaşlarında çocuk gördüğümüzde hep gözlerimiz doluyordu. Bu seyahatte onun da ilgisini çekebilecek yerler görmüştük. 

Sonra söz verdik, Arda büyüdüğünde onunla birlikte yeniden gelecektik Londra'ya ve ona da gösterecektik ilgisini çekebilecek müzeleri. Ve aradan geçen 8 sene sonunda yeniden Londra'ya geldik. Tabii ki Arda'yla. İlk defa bir ülkenin pasaport kontrolünden bu kadar kolay geçtim çünkü bütün konuşmayı Arda yaptı. İlk başta pasaport memurunun bunlar senin annenle baban mı sorusuna tereddütle cevap verse de bir süre sonra pasaport memuruyla muhabbeti baya koyulaştırıp, "Daha önce Londra'ya geldiniz mi?" sorusuna, bizi şikayet edercesine annemle babam ben küçükken beni bırakıp gelmişler, benim ilk gelişim şeklinde cevap verdi. Arda, pasaport memurundan gezilecek yerler tavsiyesi de aldıktan sonra geçtik. Daha önce kaldığımız Premier Inn London County Hall'un üç kişilik odaları olmadığından yine aynı bölgedeki Park Plaza County Hall'da kaldık. Fiyatlar Edinburgh'a göre daha uygundu. Otel çocuk dostu, temiz ve güzeldi. Fiyat/Performans oranı da iyiydi bence. Londra'ya çocukla gidecekseniz tavsiye ederim. Waterloo ve Wesminster metro istasyonlarına çok kısa bir yürüme mesafesinde. İlk gün Ankara-Londra uçak yolculuğu da yaptığımız için daha kolay bir program yapmıştık. Otelden sonra ilk durağımız Abbey Road. 

Abbey Road metro istasyonundan çıkınca bizi direk meşhur fotoğrafın olduğu kavşağa nasıl gideceğimizi anlatan bir service information panosu karşılıyor, böylece kısa bir yürüyüşle kolayca kavşağı buluyoruz. Bu yaya geçidi fotoğraf çektiren turistlerle dolu. Londra'da yaşayan bir yerel olsam, bu caddeden arabayla geçmeyi tercih etmezdim çünkü bir sağa bir sola geçerek fotoğraf çektiren yayalar yüzünden arabaların geçmesi çok zor. 

Abbey Roas Studios da hemen bu kavşakta yer alıyor. 




Bir sonraki durağımız Regent's Park. Yine kısa bir yürüyüşle, Abbey Road'dan Regents Canal'a ulaşıyoruz. Regent's Park, John Nash tarafından tasarlanmış. bu kraliyet arazisine bir park düzenlenmesini isteyen naip prens IV.George'un adını taşıyor. John Nash, kanalın parkın ortasına kadar uzanmasını istese de çeşitli itirazlar sebebiyle kanal, parkın kuzeyinde kalmış. 
Kanal üzerinde dar teknelerle gezi yapmak mümkün. Biz yürüyüş yapmayı tercih ettik. Bu kanalda tekneyle gezerken Ed Sheeran'ın yürüyüş yapanlardan istek şarkısı aldığı videoyu buradan izleyebilirsiniz. Bu teknelerin bazıları da konut olarak kullanılıyormuş. Yürümekten yorulup yolumuza otobüsle devam ettik. Regent's Park'ın kenarındaki yoldan 274 numaralı otobüse binerek Baker's Street metrosuna doğru gittik. 

İlk günümüz Beatles temalı. Bu sebeple, daha önceki gelişimizde de ziyaret edip, alışveriş yaptığımız London Beatles Store'a yeniden uğradık. 
İlk günkü son durağımız, Beatles'ın Get Back şarkısını çatısında söylediği bina. İzlemediyseniz bu muhteşem klibi mutlaka izleyin. İngiltere'de ünlü insanların yaşadığı yada önemli olayların olduğu binalarda mavi yuvarlak tabelalar asılı. Bu binada da tabii ki bir tane var. Bu mini konserin sonunda polis gelip gürültüden dolayı doğaçlama konseri yarıda kesiyor. Düşünsenize, Beatles yakınınızdaki bir binada doğaçlama konser veriyor ve komşular bunu polise şikayet edebiliyor. Ben hayal edemedim...





24 Kasım 2024 Pazar

Glasgow

 

Edinburgh'den Glasgow'a trenle bir saatte ulaşmak mümkün, bu da günübirlik bir gezi için mükemmel bir fırsat sunuyor. Biz de sabah erken saatte kalkan bir trenle Glasgow'a gittik. Günübirlik bir gezi olduğundan ve Glasgow, Edinburgh gibi yürüyerek gezilecek kadar küçük olmadığından, şehri kısa sürede en iyi görme şansımız hop on hop off bus'lar. Bu tur otobüslerinin ilk durağı indiğimiz tren istasyonu. İkinci durağı ise, Glasgow'da görülmesi gereken yerler listesinde yer alan Glasgow Katedrali. İskoçya'nın orta çağ binalarından biri olan Glasgow Katedrali, İskoçya'da 1560'taki reformdan sağlam kalan tek katedral. Katedralin arkasında büyük ve eski bir mezarlık yer alıyor. Burası da yine görülmesi gereken yerler listesinde fakat biz şöyle bir bakıp, ihtiyaç molası verip bir sonraki tur otobüsünü beklemek üzere durağa gittik. Yaz tarifesinde tur otobüsleri yaklaşık 15 dakikada bir duraklardan geçiyor. 

 

Modern Sanat Galerisi'nin dışındaki Wellington Dükü heykelinin kafasında yerel mizah anlayışının bir göstergesi olarak bir trafik konisi var. Rehberin anlattığına göre ilk olarak 1980'lerde içkiyi fazla kaçıran gençler, tırmanması meşakkatli olan bu heykelin üstüne çıkıp kafasına bir trafik konisi koymuşlar. Yerel yönetim koniyi heykelin kafasından alsa da, bir şekilde koni geri dönmeye devam etmiş ve yerel yönetim en sonunda pes etmiş ve bu hali Glasgow'un simgelerinden biri haline gelmiş. Hatta pandemi sırasında heykelin yüzüne bir de maske eklemişler. 
Tur otobüsünün rotasını takip ederken, rehber, Riverside Müzesini çok övdü. Otobüsteki çoğunluk da bu müzede inince biz de onları takip ettik fakat müzede çok da ilginç bir şey yoktu. Haliç'teki Koç müzesinin çok küçük bir versiyonuna benziyordu. İlk planımız Kelvingrove Art Gallery and Museum'a gitmekti ama bu müzeyi gezince ona vakit kalmadı. 
Ama iyi yanı, bu müzede inince biraz geriye doğru yürüyüp önünden otobüsle geçtiğimiz Clyside Distillery'e girip birer viski içme fırsatımız oldu. Burada da her damıtımevinde olduğu gibi fabrika turları vardı ama bizim o kadar vaktimiz yoktu. 
Glasgow'da asıl vakit ayırmak istediğimiz yer Glasgow Bilim Müzesi. Burası çocukla seyahat ediyorsanız mutlaka görmeniz gereken bir yer. Daha önceki bilim müzelerinde de gördüğümüz şeyler ve hatta daha fazlası var. Önceden bilet almanızı öneririm çünkü sabah bütün seansları okul gezilerine ayırmışlardı ve o kalabalıkta gezmek mümkün değildi. Biz bileti tam okul gezilerinin bitiş saatine aldık ve sakin bir şekilde gezme fırsatını bulduk. Bu müzenin içinde "nasıl olur?" temalı bir çok sergi var. Camera obscura'da gördüğümüz gibi illüzyonlar da mevcut. Bir de planetaryum var ki çok güzel. Onun için ayrıca bilet almanız gerekiyor ama mutlaka tavsiye ederim. 
Buradan tekrar tur otobüsüne binip tura devam ediyoruz. Bir sonra ineceğimiz lokasyon daha önce de söylediğim Kelvingrove Art Gallery and Museum. Fakat müzenin kapanış saati geldiğinden binayı dışarıdan gezebiliyoruz ancak. Buranın hemen yakınında yürüme mesafesinde Glasgow Üniversitesi var. Oraya da şöyle uzaktan bir bakıp, tur otobüsü durağına geçiyoruz. Saat geç olduğundan tur otobüslerinin duraklardan geçiş saatleri de seyrekleşti. Hatta bir ara acaba son otobüsü kaçırdık mı diye bile düşündük. 
Aklınızda bulunsun beş buçuktan sonra artık otobüsler sona eriyor. Bulunduğunuz durağa göre bu saat daha erken de olabilir. Otobüs gelince içimiz rahatlayıp tekrar binip ilk durağımız olan George Square'de iniyoruz. Biraz o civarda yürüyerek gezip mağazalara baktıktan sonra karnımız acıkıyor. 
Edinburgh'e dönüp orda mı yesek yoksa Glasgow'da mı, hangi restoranda yesek derken saat yine ilerliyor ve karnımız bize artık daha fazla bekleyemeyeceğimizi haber veriyor. İspanyol restoranında tapas mı, İtalyan mı yoksa Yunan mı derken, Yunan restoranında karar kılıyoruz ve iyi de yapıyoruz. Tren istasyonunun hemen dibindeki Yunan restoranının adı Elia Greek Restaurant. Porsiyonlar büyük, yemek siparişini ona göre vermek gerekiyor. Türk damak tadına çok benziyor, adı size oldukça tanıdık gelen yemekler var. Meze de söyleyebiliyorsunuz. Glasgow'da tren istasyonu yakını bir yerlerle yemek yiyecekseniz, tavsiye ederim.
Vee böylece İskoçya ve Edinburgh turumuzun sonuna geliyoruz. Glasgow'dan sonraki gün yolculuk eve. En sevmediğimiz yanı tabii ki İstanbul aktarmalı olması. Bunun İskoçya'ya olan son seyahatimiz olmadığının farkındayız, daha görülecek çok şey var...