Londra'nın her yerinde The Real Greek adında bir restoran zinciri var. Glasgow'da denediğimiz Yunan restoranını çok beğendiğimiz için Oxford dönüşü akşam yemeğini bu Yunan restoranlarından birinde yemeğe karar verdik. The Real Greek, İngilizlerin beş çayı geleneğini meze geleneği ile birleştirmiş ve ortaya yandaki gibi bir fotoğraf çıkmış. Menüde istediğiniz mezelerden bir seçki seçiyorsunuz ve size beş çayı gibi bir sunumla geliyor. Hepsi de bizim damak tadımıza çok uygun ve çok lezzetliydi. Veee bu gezinin en heyecanla beklediğim kısmı: Frameless. Instagram'da gördüğüm ve mutlaka görmeliyim dediğim bir deneyim. Tabloları teknolojinin de yardımıyla adeta gerçeğe dönüştürüyor. Her zamanki gibi biletlerimizi önceden belirli saat dilimde giriş yapacak şekilde internetten alıyoruz. Ben ilk açılış saatindeki biletlerden almayı tercih ettim çünkü yorumlarda çok kalabalık olduğu etrafta çoluk çocuk koşturduğu için bu deneyimden hiçbir şey anlamadığını yazanlar vardı. İyi bir seçim yaptığımı da deneyimleyince anladım. İlk giriş saati 10'du ve biz erken kalktığımız için çok önceden frameless'ın olduğu yere varmıştık. Neyse ki galerinin konumu Hyde Park'a çok yakın da Londra'nın bu meşhur parkında biraz vakit geçirmenin keyfini çıkardık açılış saatine kadar. Frameless'ta 4 farklı galeri mevcut. Ben daha önceden araştırarak gittiğimden önce ilk sevdiğimden başlamayı tercih ettim. Bir empresyonist hayranı olarak ilk görmek istediğim galeri "The World Around Us"tı ama ilk girdiğimiz için henüz bu oda açılmamıştı. Biz de ikinci en sevdiğim galeriye gittik: "Colour in Motion". Bu galeride resimler yavaş yavaş, ressamın fırçalarından çıkan boya damlaları gibi oluşuyor. Galeriye girdiğimizde bizi Vincent van Gogh'un Otoportresi karşılıyor. Eserler yavaş yavaş gözlerinizin önünde oluşurken, arka planda da çok hoş bir müzik çalıyor.
Bu odada çalan müzikler Nick Powell ve Benjamin Grant tarafından bestelenmiş. Çalma listesini spotify'da bulabilirsiniz. Daha sonra gözümüzün önünde Claude Monet'nin Nilüfer Göleti, Yeşil Uyum eseri beliriyor. Renkler tabloları oluştururken yerde yansıyan görüntülerle interaktif olarak oynayabiliyorsunuz. Koşarak, farklı renklerdeki noktaları resme doğru fırlatabiliyorsunuz. Bu Arda'nın da çok hoşuna gitti ve bu odada baya renklerle ve tablolarla oynadı. Daha sonra yine Vincent Van Gogh'un Rhone Nehri Üzerinde Yıldızlı Gece eseri ve Jatte Georges Seurat'ın La Grande'de bir Pazar eseri oluştu. Bu odada toplam 7 eserin oluşumunu görebilirsiniz. 18 dakika sonunda yeniden başladığımız resme geri dönüp bu odadan çıkıyoruz.
Vee merakla beklediğim oda: The World Around Us. Bu galerinin çalma listesini yine Spotify'da bulabilirsiniz. Bu odada resimler teknolojinin de yardımıyla adeta canlanıyor ve kendinizi manzaranın bir parçası gibi hissediyorsunuz. Bu odada bizi ilk karşılayan eser Rembrandt van Rijn'in Celile Denizi'ndeki Fırtınada İsa adlı eseri. Bu eserle birlikte siz de kendinizi bir fırtınanın ortasında hissediyorsunuz. Bundan sonraki eser, Claude Monet'in Jeufosse Yakınlarında Seine Nehri Üzerinde Tekne tablosu.
Benim bu odada en favori eserim ise, John Atkinson Grimshaw'ın Reflections on the Thames, Westminster tablosu. Arka planda çalan keman sesi, canlandırılmış resimdeki kemancıdan geliyormuş gibi. Oldukça gerçekçi. Bundan sonraki eser, The Grand Canal Canaletto.
Bir sonraki ünlü eser, Alman ressam Caspar David Friedrich'in The Wanderer above the Sea of Fog tablosu. Dionysos kültünün başlangıç ritüelleri, Gizemler Villası'ndan bir fresk ve Vezüv Yanardağı Patlaması, Napoli Körfezi'ndeki Adalar Manzarası gibi etkileyici eserler bu tablodan sonra gösteriliyor.
İngiliz ressam Turner'ın Dövüşen Temeraire Parçalanmak Üzere Son İskelesine Doğru Çekildi eseri de bunlardan sonra duvarlarda hatta tavanlarda yerini alıyor. Ve bir Vincent van Gogh eseri daha: Badem Çiçeği. Bu salon, diğer dördü arasında en büyüğü ve bence en etkileyicisi. Sonraki eser, Katsushika Hokusai'dan Fuji Dağı'nın 36 manzarası serisinden Büyük Dalga. Ve bir van Gogh daha: Yıldızlı Gece. Son olarak Rachel Ruysch'tan Çiçekler, Kelebekler ve Hayvanlarla Çevrili Ağaç Gövdesi. Bu odanın toplam kaç dakika sonra başa döndüğünü hatırlamıyorum ama diğer odadan daha uzun süre burada kaldığımıza eminim. Bütün odaları gezmek için yaklaşık 1 buçuk saatinizi Frameless'a ayırmanız gerekiyor. Daha uzun da kalabilirsiniz tabii ki. Sıkıldım derseniz ki internette bu şekilde yorum da çok vardı, bütün eserleri görmeden odalara girip çıkabilirsiniz. Gezdiğimiz üçüncü galeri: Beyond Reality. Burası da bir önceki oda kadar olmasa da büyük. Kolonların üzerinde, parça parça yer döşemeleri ve tavan aynalarla kaplı. Bu da sizi farklı bir deneyimin içine sokuyor. Burada Bosch'un iki eseri ve benim çok sevdiğim ve çok yaratıcı bulduğum Arcimboldo'nun dört eseri yer alıyor. Bu iki sanatçının haricinde, Klimt, Munch ve Henri Rousseau'nun eserlerini deneyimleyebilirsiniz. Son olarak Dali'nin iki eseri ve Max Ernst'in bir eseri yer alıyor. Bu odada resimler yaklaşık yirmi dakikada başa dönüyor. Son olarak, en az vakit geçirdiğimiz galeri: The Art Of Abstraction. Sona bırakmamdan ve çok az vakit geçirmemizden bu odanın en az sevdiğim olduğunu anlamışsınızdır. Zaten vaktimiz de az çünkü bundan sonraki durağımız Shakespeare's Globe ve buraya da internetten saatli rehberli tur satın aldığımızdan yetişmemiz gerekiyor.
Londra, eskiyle yeninin harmonisini mükemmel bir şekilde yakalamış bir şehir bence. Hyde Park'ta bindiğimiz metrodan Bank Station'da iniyoruz ve Thames nehrinin karşı tarafında kalan Shakespeare's Globe'a doğru yürüyoruz.
Rehberimizden tiyatronun ilk olarak bu lokasyonda olmadığını öğreniyoruz. 1613'te çıkan yangından sonra aynı yere ikinci bir Globe Tiyatrosu inşa edilmiş ve bu yapı 1642'de kapanana kadar açık kalmış. Şuan gördüğümüz yapı ise 1997 yılında II. Elizabeth tarafından inşa ettirilmiş. Orjinaline uygun olarak inşa edilen bu tiyatroya Shakespeare's Globe ismi verilmiş. Globe Tiyatrosu'nda Shakespeare'in yanı sıra başka yazarların da oyunları oynanmış. Shakespeare, yazdığı oyunlarda oyuncu olarak da yer alırmış. Globe'un çatısı orijinaline sadık kalınarak inşa edilmiş. Ama bu malzeme çok yanıcı olduğundan modern söndürme önlemleriyle donatılmış. Bu açık hava tiyatrosunda hala oyunlar sergileniyor. Siz de internetten bu oyunlardan birine bilet alıp izleyebilirsiniz.
Sıradaki durağımız Tate Modern, bir önceki Londra ziyaretimizde yer almayıp burayı da görmek lazım dediğim yerlerden biri. Londra'daki birçok müze gibi burası da ücretsiz. Fakat içeri girdikten sonra ücretli olarak ziyaret edilen sergiler de mevcut. Yandaki eserin adı 14 Yaşındaki Küçük Dansçı. Balerin resimleri deyince ilk akla gelen isim tabii ki Degas. Bu heykel de onun bir eseri. Daha doğrusu onun bal mumundan yaptığı eserinin bronz kopyalarından biri. Bu heykelin hikayesini zamanında TRT'de yayınlanmış bir BBC belgeseli olan Tuvaldeki Başyapıt'ın bölümlerinden birinde izleyebilirsiniz. Daily Motion'da linkini buraya bırakayım. Bu heykel için Degas'a Marie van Goethem modellik yapmış. Bu küçük kızın hikayesi de okumaya değer. Ne yazık ki 1880'lerde balerin kızların zengin ve yaşlı erkeklerle farklı ilişkiler yaşamaları normal kabul ediliyormuş. Üç kız kardeşin ortancası olan Marie, 17 yaşında baleyi bırakmak zorunda kalmış. Ablası ve kendisi benzer kötü kaderi yaşarken, küçük kız kardeşleri baleye devam etmiş ve saygın bir bale profesörü olmuş. Orijinal heykelin üzerinde gerçek bir tütü, bale pabuçları varmış, saçları ise at kılından yapılmış. Bu orijinal bal mumu eser, 1999'da Fransız bir iş adamına satılmış. Heykelin özelliği, resimleriyle tanıdığımız Degas'ın hayatında sergilediği tek heykel olması. Degas, heykelinin bronz kopyalarının yapılmasına izin vermese de, 1917'de öldükten sonra mirasçıları buna izin vermiş. Yaklaşık 28 adet bronz kopya, içinde Tate Modern'in de olduğu farklı müzelerde sergileniyormuş.Tate Modern'de yer alan başka bir ünlü eserin kopyası ise "Çeşme". Müzede gördüğümüz bu eser, gerçeğinin 1964 yılında yapılmış kopyası çünkü orijinal eser kaybolmuş. Bu esere baktığınızda ne görüyorsunuz? Çok kasmayın bence, direk pisuvar. Zaten eserin sahibi Marcel Duchamp, bir barın tuvaletinden kullanılmış bir pisuvarı sökmüş, yan çevirip üzerine imzasını atarak sergilenmesi için bir sergiye göndermiş. Bir önceki cümleyi düzelteyim, R.Mutt olarak imzalamış ve kendisinin olduğunu gizlemiş. Peki sanatçı burada ne anlatmak istemiş? Her sorudan sonra içimden gülüyorum. 10 Nisan 1917'de New York'ta, Paris'teki Salon'a inat, herkese açık, jüri ve ödülün olmadığı, sadece 6 dolarlık giriş ücreti veren herkesin eserini sergileyebileceği bir sergi açılır. Duchamp da sergileme komitesi başkanıdır. Komite üyeleri, onu Duchamp'ın gönderdiğinden habersiz, Çeşme'nin sanat olmadığı sonucuna varır ve "Çeşme" sergi sırasında gözlerden gizlenir. Olay, serginin aslında herkese açık olmadığını ortaya koyar. Komite, "Çeşme, yerinde çok kullanışlı bir nesne olabilir, ancak yeri bir sanat sergisi değildir ve hiçbir şekilde bir sanat eseri değildir" diye açıklama yapar ve bunun üzerine Duchamp komite başkanlığından istifa eder. Sorumun cevabına gelirsek, Duchamp, bir nesneyi 'sanat' yapan şey hakkındaki fikirlere meydan okumak istedi. Sanatın görsel olarak çekici olması veya sanatçı tarafından yapılmış olması gerekmediğini söyledi. Bu fikre ne kadar katılırsınız bilmem ama içinde bulunduğumuz zamanda, Çeşme, yani Duchamp'ın 'hazır' heykeli, yirminci yüzyılın en etkili sanat eserlerinden biri sayılıyor. Eser kaybolduktan sonra sanatçının onay verdiği 16 replikası yapılmış. Tate Modern'de sergilenen de bu 16 replikadan biri. Müzeden çıktıktan sonra modern sanatı sevmediğim gerçeğini bir kez daha doğruladığımı fark ettim. Bunun üzerine oğlum haklı olarak "E neden gezdik o zaman biz bu müzeyi?" diye sordu. "Bir şeyi sevmediğini belirtmeden önce o şeyi tanıman gerekir" diye cevap verdim ama tabii siz bana bu konuda katılmayabilirsiniz.Bu yoğun günün ardından son durağımız, Covent Garden. Akşam yemeğini buranın içindeki Tapas Stories'te yedik, oldukça güzeldi. Covent Garden'ın önünde günün neredeyse her saati bir sokak performansı sergileniyor. Yemekten sonra bu eğlenceli performanslardan birini izleyip, gösteri sonunda bahşişimizi vermeyi unutmadık.
Böylece ikinci Londra seyahatimizin sonuna geliyoruz. Ama dönüş yolculuğumuz ne yazık ki biraz zor oldu. Ajet mağduru olmamak için THY'den İstanbul aktarmalı bilet aldık. Fakat gelen uçakta enfeksiyonlu bir hasta olduğundan uçağı steril etmeleri gerektiklerini söyleyerek bizi saatlerce beklettiler. Sonra da uçuşumuzu iptal edip bizi bir sonraki uçuşa aldılar, tabii bütün bir uçağı bir sonraki uçağa almak çok uzun sürdüğünden o uçuş da mecburen rötar yaptı. Uçağa bindik, en azından havadayız derken birden uçağın içindeki ışıklar açıldı, doktor var mı diye anons geçildi. Hostesler maskelerini taktı, doktor elinde eldiven hastayı muayeneye gitti. Eyvah bizi karantinaya falan alacaklar herhalde derken İstanbul'a indik sağsalim. İstanbul-Ankara uçağına bindik. Tam kalkacağız, uçaktaki yolculardan biri vazgeçtim ben uçmaktan dedi. Hostesler anons yaptı, uçaktaki bütün el bagajlarını içerideki insanlarla eşleştireceğiz. Prosedüre hemen başladılar, derken uçmaktan vazgeçen yolcu vazgeçmekten vazgeçti. Bu sefer de uçuş sıramızı kaybettiğimizden onu bekledik. Sonuç olarak, ajetle 4 saatte yapacağımız direk uçuş, 10 saati buldu.